Ana içeriğe atla

'Nerede eski bayramlar?'

Başlıktan ‘nostaljik’ bir bayram yazısı olacağı hemen anlaşılıyor tabii. Ama meramım komşuların kapısını çalıp şeker topladığımız, akşam topladığımız şekerleri sayıp kim ne kadar şeker toplamış hesabı yaptığımız, tek kanallı televizyonda bayrama özel eğlence programlarına kilitlendiğimiz, bayram diye en yeni elbiselerimizi giyip büyüklerimizin elini öptüğümüz, ölmüş yakınlarımızın mezarlarını ziyaret ettiğimiz bayramları anlatmak değil. Bunları ve daha fazlasını bilen biliyor, hatırlayan hatırlıyor, yaşayan yaşıyor zaten ve her bayram, bir daha geri gelmeyecek o bayramların nostaljisini içi biraz hüzünle burulmuş olarak anımsıyor, geçen yılları düşünüyor iç çekerek… Ben hatırlattım diye kimse geçmiş bayramları düşünmeye başlamayacak elbette…

O “geçmiş bayramları” çocuk zamanlarımda ben de yaşadım tabii ki. Yaşım da herhalde “Nerede eski bayramlar?” diyecek bir yaştır. Elazığ Seko Mahallesi’ndeki kerpiç tuğlalı, toprak damlı evimizdeki bayramları… Babamız bize bayramlık diye yeni elbiseler almazdı; akıl edemediğinden, çocuklarını sevindirmek istemediğinden veya düşüncesizliğinden değil elbette; yoksulluktan… Yine de annemizin bir gün öncesinde hazır ettiği nispeten en yeni, temiz ve düzgün giysilerimizi giyerdik o gün. İlkokul üçüncü sınıftayken, her nasılsa okul mecbur kıldığı için aldığımız mavi kumaş bir pantolonum, mavi çizgili bir kısa kollu beyaz gömleğim vardı. Yıllarca benim en “yeni” bayramlık elbiselerim onlar oldu. Annem, eve kıyma girmişse eğer, sulu köfte yapardı, en sevdiğimiz yemek. Ama babamın kendi elleriyle doğrayıp yaptığı haşlanmış yumurtalı salatanın tadı eşsizdi.

Kapı komşularımız Varto Abla, Mardiros Abe, Anton Amca, Marsa Abla, Ermeni olmalarına rağmen bayram havasına girerlerdi bizimle birlikte. Ve sokaktaki diğer komşularımız; Sağır Selaha, Şorikli Rabe, oruçlarını tutan, namazında niyazında insanlardı, arada “Orucu biz tutalım bayramı siz kutlayın” diye takılsalar da kapılarını çaldığımızda bayram şekerlerimizi verirlerdi. Bizim sokakta bayramda seyranda dahi iletişim kuramadığımız bakkal Hacı Amca ve Pilot’un ailesi vardı bir de. Hakaret, azar işitmemek için uzak dururduk onların kapısından. Ama Pilot’un kızı Fatoş’un gözü bizdeydi; bazen gizli gizli gelip bizim oyunlarımıza katılırdı. Ve mahalledeki diğer Dersimli aileler; Fatma Abla’nın oğulları, Celal ile Ahmet arkadaşımdı. Biraz yukarıda Yeter Teyzem. Biraz aşağıda Hasan Amcam. Süleyman, Mustafa ve Zeynel Amcam ve onların çocukları… Aileleri dağıldı gitti. Bir gün amcalarımın hikayelerini yazacağım. Hele amcam kızı Adile’nin hikayesi, her anımsadığımda yüreğimi dağlar…

Yoksulduk filan ama bayramdı işte sonuçta ve bayram, en çok çocuklar için bayramdı. Devir devran geçer, yıllar geçer, “nerede eski bayramlar” diye iç çekeriz ama bakın çevrenize, büyüdüklerinde bizim gibi “nerede eski bayramlar” diye iç çekecek çocukların bayram sevincini göreceksiniz bugün de…

Önceki yıl yazın Kınalıada’da idim. Melis ve ailesi de vardı. Kızımla Melis’i taktım peşime, ellerine birer poşet tutuşturdum ve bayram şekeri toplamaya çıktık. Esnaftan bayram şekeri topladılar, çok hoşlarına gitti. Sadece bir esnaftan elimiz boş çıktık ve o da çok mahcup oldu, para vermeye çalıştı çocuklara, almadık. Sonra biz çarşıda dolaşırken buldu bizi ve çocukların bayram şekerlerini verdi o da. Eve döndükten sonra oturup şekerlerini saydılar. Zerya uzun süre içindeki şekerlere dokunmadan o şeker poşetini sakladı. Onların sevincini izledim keyifle…

Bayram, bir de hapishane demek benim için… Çünkü bir “sorun” yok ise, bayram açık görüş demekti yakınlarımızla. Açık görüş olacağı gün herkes traş olur, temiz, düzgün elbiselerini giyer ve havalandırmada volta atarak gardiyanın görüş için kendisini çağırmasını beklerdi heyecanla. Görüşçüsü gelmeyenler de genellikle esen havaya uyar, traş olur, temiz elbiselerini giyerdi. Sabah sayımında hapishane müdürü ve gardiyanlar ellerinde şeker tepsisiyle gelirdi sayıma. Bayramlaşma olurdu. Kendi aramızda da bayramlaşırdık. Komüncülerimiz fazladan sigara dağıtırdı o gün. Akşama daha düzgün bir yemek olurdu. Gruplar halinde diğer koğuşlara gezmeye, sohbete gidilirdi.

Görüşçüsü seyrek gelenlerden idim. Görüşçümün gelmeyeceğini bilsem de, madem bayramdır, deyip düzgün giyinir traş olurdum ben de. Havalandırmada volta atarken koğuş arkadaşlarımın heyecanlarına ortak olurdum. Bazen belli belirsiz bir hüzün kaplardı içimi ve odama gidip yatağıma uzanır, düşüncelere dalardım; “nerede eski bayramlar?”

Bayram açık görüşlerinde çocukların koğuşlara getirilmesine izin verildi bir ara. İçeri giren çocuklar babalarının koğuşlarını, yataklarını, nerede ne yaptığını anlamaya çalışırlardı merakla. Zozan’dı, Heval’di, Barış’tı, Helin’di… Komüncülerimizden aldığım ve yemediğim şekerleri çocuklara dağıtırdım. Onlarla sohbet ederdim. Olmayan çocuğumu özlerdim onları severken…

“Bayram bizim neyimize?” demeyin. Bilmez değilim, birçok insanımız var ki böyle düşünüyor kendine göre haklı nedenlerle; yakınını yitirmiştir kimisi. Kimisinin yakınları “içeride”dir, belki yoksuldur ve ailesine bakacak hali olmamanın acısıyla kıvranmaktadır, mutsuzdur. Kimisi “Cumartesi Annesi”dir… İnsanlık halleri. Yine de güzel, anlamlı bir gelenektir. Kayıplarınızın mezarlarını ziyaret etmek. Büyüklerinizin elini öpmek. Uzakta ise arayıp bayramını kutlamak (sabah ilk işim anamı aramak oldu). İçerideki yakınının ziyareti için yollara düşmek. Nice zorda, darda da olsanız “Elbet bizim de bayram kutlayacağımız zamanlar olacak” umudunu canlı tutmak… Bunlar güzel ve anlamlı şeyler…

Böylesi “sorunları” olmayanın da, bu sorunları yaşayan insanlarımızla vicdani bir ilişki kurmasını öneririm naçizane… Değil midir ki “Başkasının acısını duyabiliyorsak insanız.”

İyi bayramlar…

15 Haziran 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...