Kayıtlar

Aralık, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Mehmet Emin Özkan... Merhamet değil, adalet!

Resim
 Mehmet Emin Özkan davası birçok bakımdan Türkiye’de adaletin nasıl can çekiştiğinin çarpıcı örneklerinden biri. Seksen üç yaşındaki Mehmet Emin Özkan,yirmi altı yıldır hapishanede. Müebbet hapis hükümlüsü. 1996 yılında tutuklandığında elli yedi yaşındaydı. Bu yirmi altı yıllık hapis sürecinde beş kez kalp krizi geçirdi, defalarca anjiyo oldu. Tansiyon, guatr, bağırsak, beyinde ödem gibi hastalıklarının yanı sıra konuşma ve işitme güçlüğü çekiyor. Son olarak bir de koronavirüse yakalandığı öğrenildi. Hapiste kendi başına yeme, içme, temizlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Diğer mahpusların yardımıyla yaşamını idame ettirmeye çalışıyor. Mehmet Emin Özkan yaşı ve boğuştuğu hastalıklar dikkate alınarak çoktan serbest bırakılmış olabilirdi. Suçlandığı ve mahkum edildiği iddialarla ilgili “yeni” gelişmeler ortaya çıktığı için hakkında yeniden yargılama kararı verildi. Bu da bir tahliye gerekçesi idi ama tahliye edilmedi. En son geçtiğimiz 21 Aralık günü yapılan duruşmada Özkan yin

Düşünün ki hapishanedesiniz... Hastasınız... Ölüyorsunuz...

Resim
 Halil Güneş, 1993 yılında tutuklandığında 23 yaşındaydı. 52 yaşında hücresinde hayatını kaybetti. Hapishanede hasta olmak, öteden beri hasta mahpus için de ailesi, yakınları, arkadaşları için de sözcüklerle ifade edilmesi çok güç, büyük bir sorun, sıkıntı ve endişe kaynağıdır. Hele ki hastalığınız ölümcül bir hastalık ise veya ne tür bir hastalığa yakalandığınızı dahi bilmiyorsanız. Bu sözcüklerle ifade edilmesi zor sıkıntıyı bir anneden daha iyi kim anlatabilir? 2007’de akciğer ve kemik kanseri teşhisi konulan, ayrıca koah ve uyku apnesi hastalıkları bulunan Halil Güneş’in annesi, oğlunun ağır hastalıkları nedeniyle serbest bırakılması için çırpınırken, “Bir keresinde benzin aldım, niyetim kendimi hapishanenin önünde yakmaktı. Belki o zaman yetkililer harekete geçer diye düşündüm ama sonra oğlum buna çok üzülür diye vazgeçtim” demişti…  Halil Güneş, 1993 yılında tutuklandığında 23 yaşındaydı. 52 yaşında hayatını kaybetti. Cansız bedeni, 15 Aralık günü tek başına tutulduğu Diyarbakır

'Eğer devlet isterse...'

Resim
‘Faili meçhul’ ve ‘kayıp’ olayları esas olarak 12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980 yılından itibaren belirgin bir artış gösteriyor. Devletin ‘rutin dışına’ çıktığı 90’lı yıllarda bu artışın, sistematik bir boyut kazandığı yaşanan gerçek Hafıza Merkezi’nin 2011 yılından itibaren yürüttüğü “zorla kaybetmeler” ile ilgili çalışmada, Türkiye’de “zorla kaybetmeler” tarihinin 24 Nisan 1915 tarihinde 234 Ermeni kanaat önderinin “kaybedilmesi” ile başladığı belirtiliyor. Cumhuriyet dönemi esas alınacak olursa, henüz cumhuriyetin ilan edilmediği 1923 yılının mart ayında mecliste muhalif görüşleriyle bilinen Ali Şükrü Bey’in 27 Mart’ta ortadan “kaybolması”, Türkiye’nin ilk “kayıp” olayı sayılabilir.  27 Mart günü “kaybolan” Ali Şükrü Bey’in cesedi, üç gün sonra Ankara’ya bağlı Mühle köyü civarında bulundu. İşkence görmüş ve boğularak öldürülmüştü. Mecliste olayı soruşturmak üzere bir komisyon kuruldu. Cinayetin failinin Mustafa Kemal’in ilk muhafız kıtası komutanı Topal Osman olduğu tespit edi

Anneler meydanlara çıkarsa...

Resim
"Annelerin evlerinde çaresizce oturup beklemektense evlatlarını meydana çıkarak sahiplenmesi, devlete itiraz etmesi, devlet politikalarını sorgulaması, çok önemliydi. Bunu kabul edemediler" Türkiye’nin “kayıplar” gerçeği, 27 Mayıs 1995 günü İstanbul’daki Galatasaray Meydanı’nda toplanıp kayıp çocuklarının akıbetini soran Cumartesi Anneleri’nin sessiz adalet arayışı ile birlikte kamuoyunun gündemine girdi. Bu tarihten itibaren her cumartesi günü saat 12:00’de Galatasaray’da toplanan Cumartesi Anneleri/İnsanları, herhangi bir pankart, döviz taşımadan, slogan atmadan, yoldan gelip geçenleri engellemeden, her hafta bir “kayıp” hikayesini medya ve kamuoyunun dikkatine getirerek evlatlarının akıbetini sordu, devlet yetkililerini görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet etti. Cumartesi Anneleri’nin meydana çıktığı 1995 yılı, “kayıp” ve “faili meçhul” cinayetlerin gündelik olaylar haline geldiği bir dönemdi. Ülkenin doğusu “Olağanüstü Hal Bölgesi” (OHAL) idi ve “süper vali” y

Osman Kavala davası ve 'Deli Cevdet'in adalet isyanı

Resim
Hakkındaki suçlamalar son derece “ciddi” ve kayda değer herhangi bir kanıta dayalı olmaması sebebiyle bir o kadar da “ciddiyetten” yoksun. Memlekette hak, hukuk, barış, adalet, yüzleşme, hafıza ve genel olarak insan hakları, demokratikleşme gibi mevzularla ilgili biri iseniz, Osman Kavala’yı tanırsınız, bilirsiniz. Bizzat bir tanışıklığınız olmasa bile, adamın ne gibi işlerle iştigal ettiğini, nasıl biri olduğunu en azından duymuşsunuzdur.  Kavala, dört yılı aşkın bir süredir tutuklu olarak yargılanıyor. Hakkındaki suçlamalar son derece “ciddi” ve kayda değer herhangi bir kanıta, delile dayalı olmaması sebebiyle bir o kadar da “ciddiyetten” yoksun. Bir insanı “casusluk” yapmakla, bir toplumsal olayı (Gezi protestoları) “organize” etmekle, “anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs” etmekle suçlamak bu kadar basit ve ucuz olamaz…  Hukukçular bu siparişe binaen hazırlanmış, birbirinden ağır ithamların “bu kadar da olmaz!” dedirten bir sorumsuzlukla sıralandığı garabet iddianameyi didik didik etti

Memento mori ya da diktatörlerin yıkımı

Resim
Gerçek bir dünyada, gerçek bir hayatta yaşamıyorlar. Memento mori gerçeğinin ifade ettiği anlamdan kopuklar. Memento mori, “Öleceğini hatırla, bir gün öleceksin, bunu hatırla” manasında bir Latince özdeyiş. Stoa ekolünden bir filozof da olan Roma imparatoru Marcus Aurelius, bu sözü ara sıra kendisine hatırlatması için yanında hep birini bulundururmuş.  Stoacılık bir yana, bu sözün memleketin kaderi üzerinde güç ve söz sahibi olan veya bu role soyunan herkesin kulağında küpe olması gereken önemde bir söz olduğuna inanıyorum. Malum, insan da doğadaki bütün canlılar gibi ölümlüdür. Ancak insan, özellikle güç, kudret sahibi olduğunda bu gerçekliği unutmaya eğilimli bir canlı. Öyle ki güç, kudret sahibi olduğunda, kısa sürede bunun varlığının doğal, kaçınılmaz bir uzantısı, gereği olduğu yanılsamasına kapılıyor. Kendini elde ettiği güçle özdeşleştiren bir karakterin hayat karşısında duruşu da adeta dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanması oluyor. Her şey, olumlu veya olumsuz olarak kendi

'Ne helalleşmesi? Hesap soracağız'

Resim
 Kılıçdaroğlu mütedeyyin seçmenin zihnindeki CHP algısını değiştirmek istiyor. Ama önce kendi bünyesinde bildik CHP zihniyeti ile yüzleşmeli CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun geleceği, çocuklarımızı işaret ederek bir “helalleşme” yolculuğuna çıktığını açıklaması, ister bir “seçim stratejisi” olsun isterse Sayın Kılıçdaroğlu’nun içtenlikle benimsediği bir zihniyet dönüşümünün deklare edilmesi olsun, ufukta seçimlerin göründüğü içinde bulunduğumuz sürece önemli bir boyut kazandırdığı kesin.  Önceki yazımda da vurguladığım gibi, bu, Kılıçdaroğlu CHP’si için altına girdiği sorumluluğu taşıyıp taşıyamadığının sınanacağı bir konudur artık. Açık ki Kılıçdaroğlu mütedeyyin seçmenin zihnindeki CHP algısını değiştirmek istiyor. Bunun, AKP’ye oy veren muhafazakâr Kürt seçmen üzerinde belirgin bir etkisi olduğu şimdiden söylenebilir. Zaten uzun süredir AKP’nin Kürt tabanında ciddi bir memnuniyetsizlik ve arayış var. Deva ve Gelecek Partisi ile birlikte CHP’yi izliyorlar. MHP ile koalisyon halindek