Kayıtlar

Temmuz, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

"Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim"

Resim
 “Muhafazakarların en büyük handikabı sola düşman olmak” deme noktasına gelmişti, “halbuki soldan öğrenecek çok şeyimiz var. Kaman’da dört ayı yalnız, kalan üç ayı da İbo ve peşi sıra gelen iki arkadaşla birlikte geçen yedi ayımın en “renkli” simalarından biri, bir gün kapımı çalan din görevlisiydi. Bir gün sabah kapının açılmasıyla birlikte şortumu giymiş havalandırmada günlük egzersizlerimi yapıyordum. Havalandırma kapısının mazgalı açıldı ve ilk defa gördüğüm biri adımı seslendi, “Müsait misiniz?” diye sordu. Din görevlisi imiş. Din işleriyle pek ilgili olmadığımı söylememe rağmen görüşme isteğini “Din üzerine konuşmak şart değil, sohbet ederiz” diyerek yineleyince, “Ter kokusundan rahatsız olmayacaksanız, buyurun” dedim. Kapı açıldı, içeri girdi. “Alevi olduğunuzu da biliyorum” dedi. “Bu durumda benimle fazla mesai yapmanız gerekmeyecek?” diye espri yaptım. Güldü. Madem misafirim var, gidip elimi yüzümü yıkadım. Çay demledim. Mütevazı bir kahvaltı sofrası hazırladım. Havalandırmanı

"Önce merhaba Savcı Bey"

Resim
 “Önce merhaba Savcı Bey” dedim elimi uzatarak. Birkaç dakika elime baktı. Mahpushane deneyimimi yazmamı isteyen okurlar oluyor. Demek hâlâ okumayan bir yana duymayan, bilmeyen var: Ülkenin 80 ve 90’lı yıllarında mahpus yattım ve bu dönemlere ilişkin tanıklığımı iki kitapla belgeleştirdim. İlki, Demeyin Anama, İçerideyim (İletişim Yay. 2017) ve ikincisi 90’larda Mahpus Olmak (İletişim Yay. 2018). Tahmin edileceği üzere, zor kitaplardı. Zor yazdım. Bazı bölümlerinde tıkandım, aylarca ara vermek durumunda kaldım. İster istemez yaşananlar canlanıyor insanın gözünde, yüreğinde. Açlık grevleri, ölüm oruçları, işkenceler, direnişler, ölenler, kalanlar… Kitapların ilki, biraz öncesini de kapsayacak şekilde 80’li yılları ve bu yıllarda tahliye olana değin (1987) kaldığım hapishanelerde (Davutpaşa, Metris, Sağmalcılar Özel Tip ve tekrar Metris) yaşadıklarımı, tanıklıklarımı anlatıyor. Diğeri ise adı üzerinde, 90’lı yıllarda kaldığım 7 hapishanedeki (Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa

Gecikmiş bir Kamer Genç yazısı

Resim
 "Terörist senin babandır ulan! Gelirsem oraya başına yıkarım o binayı! Bunlar benim seçmenim!” Yakın siyasi tarihimizin akılda kalan, iz bırakan simaları sıralanacak olsa, Kamer Genç ismi herhalde ilk on içerisine girer. Herhangi bir siyasi partinin lideri olmadığı, hatta gelip geçen hükümetlerde bakan düzeyinde görev yapmadığı halde. Son olarak CHP Tunceli Milletvekili olarak bulunduğu TBMM’de, iktidar partisini yıldıran “tek başına muhalefet” pratiğiyle de hafızalara kazınmış olmalıdır. Yoksul bir ailenin çocuğu. Babası (Ali Genç), yaz aylarında İstanbul’da amelelik yaparak çocuklarını okutmak için didinen bir insan. Muhtemelen çocuklarına “Okuyun adam olun, bizim gibi ezilmeyin” türü nasihatler etmiş olmalı. Bu, önceleri Kürt, Alevi toplumunda oldukça yaygın bir ruh haliydi. Zira eğitimin, okumuş-yazmış olmanın, mümkünse “devlet kapısında” bir iş, makam-mevki sahibi olmanın, bir “korku” kaynağı olan devletin olası zulmünden, eziyetinden çocuklarını koruyabilmenin en etkili yol

Kırmanciye beleke, yara ve Nazımiye kaymakamı

Resim
20 yıl öncesi ile günümüzü kıyaslıyorum. Her seferinde Dersim’i daha yorgun, daha hüzünlü görüyorum. Dersim’i, Munzur’u ve insanlarımızı… Dersim dertli, yaralı bir coğrafya. Büyüklerimizin deyişiyle gün yüzü görmemiş insanların yurdu. Dağları, ormanları, suları, doğası ile dünyanın en güzel yerlerinden olup da aynı zamanda insanlarının oldum olası memleketlerinde devlet nezdinde, memleketleri dışında her yerde hem devlet hem de toplumun önemli bir kesimi nezdinde “olağan şüpheli” muamelesi gördükleri bir yer. Öncesi bir yana, 1937-38’de devletin “kara yara”, “çıbanbaşı” teşhisi ile “kökten bir ameliyatla” kesip atmak istediği, yapabilse yok etmek istediği bir yer. Yüksek sesle söylenmiyor olsa bile günümüzde de memleketin Kürt sorunuyla birlikte “en mühim dahili müşkülesi.” 1930’lu yılların sonuna değin dönemin gazetelerindeki tanımlama ile yurdun en “cahil, vahşi, ilkel” yöresi iken, insanlarına “haşarat” denirken, hummalı ve sistematik bir asimilasyon politikası ile yurdun okuma-yazm

Hayat dersleri... Üç günlük dünya

Resim
 Az az ölüyoruz her gün. Havadan, yağmurdan bahseder gibi… Cahit Zarifoğlu Büyüklerimiz, çıkar, bencillik ve bu uğurda amiyane deyişle “babamı bile tanımam” tavrını ölçü haline getirmiş insanlar için, “Üç günlük dünya” derlerdi iç çekerek. Üç günlük dünya, yani her şey gelip geçici. Baki olan, yaşadığın hayata dair geride bıraktığın izler.  Uzun boylu, heybetli, uzun beyaz sakallı, nur yüzlü, boynunda 38’den kalma bir mermi taşıyan ve yaz kış başında sarığı, sırtında muhtemelen Rus işi kalın paltosu eksik olmayan rahmetli dedem de Türkçe, Kirmançki karışık, “Bir gün” derdi, “herkesin bedeni aynı toprağa karışacak.” Yaşlı, çilekeş anam hâlâ gündelik işlerini güçlükle yerine getirmesine de aldırış etmeksizin hasta olanın ziyaretine, vefat edenin cenazesine gitmeyi olmazsa olmaz sorumlulukları arasında görüyor. Her gittiğimde memleketteki ziyaretlerimi de adeta o planlıyor; kimin taziyesine gitmeliyim, kimlere başsağlığı dilemeliyim, kimler hasta, kimlerin hastası var… “Üç günlük dünya”