Adını Zerya koydum

“90’lı yıllara geri mi dönüyoruz” tartışmalarına katkıda bulunmayı daha fazla ertelememek adına, “hayır, tarihin tekerlekleri hiçbir zaman geriye doğru dönmez” türü tumturaklı cümleler kurmayacağım. Ama Zozan’lar Suzan olmayacak bir daha diyeceğim, ya da Sosın’lar Çiçek... Şahabettin’lerin çocuklarının adları “Kürtçe olmasın da, Elizabeth de olur” diyen gaddar memurların keyfine terk edilmeyecek...

Bir araştırma yapılsa, Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı illerimizde, belirli bir yaştaki kadınlar arasında “Suzan”, “Gülistan”, “Menekşe”, “Çiçek” adlarının oldukça yaygın olduğu görülecektir. Ancak Suzan, aslında “Zozan”dır (yayla). Gülistan, aslında “Kürdistan”dır. Menekşe, aslında “Binevş”tir. Çiçek de aslında “Sosın”dır. Bu durumun ne denli yaygın olduğunun, 90’lı yıllarda ayrımına varmıştım, Van’da. Evlerinde kaldığım ailelerden birinin, 3 yaşlarında sevimli, sarışın bir çocuğu vardı; kimliğindeki adı Suzan’dı, evde, mahallede ise Zozan. Garipsenecek bir şey yoktu; Kürtçe yasaktı çünkü... Ama gündelik hayatta hükmü olmayan yasaklardan idi bu da. Kürt olmak ve Kürtçe yasaktı, ama yasağın saçmalığı ve katılığına inat, insanlar her geçen gün Kürtlüklerine de, dillerine de daha fazla sahiplenir oldular o yıllarda. 

Kürtçe alfabede, Türkçe alfabede bulunmayan x, q, w harflerinin varlığının ne tür sorunlara, krizlere yol açtığını da unutmayalım. Yakın tarihlere kadar “bayram” olarak kutlanması engellenen, yasaklanan Newroz etkinlikleri, sonradan “w” harfi nedeniyle yasaklanır olmuştu. Son yıllarda isteyen “nevruz”, isteyen “newroz” olarak kutluyor ve memleket de “bölünmüyor.” Yasakçı zihniyetin bu yüksek duyarlılığı ile krizler yaşanırken, aynı “bu harf Türkçe’de yok” hassasiyeti, örneğin gündelik dilimize yerleşmiş çok sayıda İngilizce isim konusunda gösterilmiyordu. Reklam olmasın diye yazmıyorum ama çevrenize baktığınızda çok sayıda Türkçe alfabede olmayan harflerin kullanıldığı (x, q, w) firma isimlerinin tabelalarıyla karşılaşacaksınız. TRT Şeş’te de, kuşkusuz olması gerektiği gibi, Kürtçe, “Kürtçe” olarak okunuyor, konuşuluyor.

Rojin olmaz, Elizabeth olur!

“Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü tehlike altında” duyarlılığı, yıllarca en çok isimler konusunda ilginç durumlar ortaya çıkmasına neden oldu. (Geçerken belirtmiş olayım, “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”, aslında, “devletin milleti”, “devletin ülkesi” olma durumunu ifade eder. Kavramları, hele ki anayasal kavramları doğru anlamak vatandaşlık vazifelerimizden biridir tabii ki!) Yeri geldiğinde “özde vatandaş” olmadıkları açıklıkla kafalarına çakılan Kürt yurttaşlarımız, 90’lı yıllarda Kürtlüklerini yüksek sesle dillendirmede daha cesur davranmaya başlayınca, resmi ideoloji inkarcılığını temsil etmede öteden beri en yüksek duyarlılığın sahibi olmayı asli görevlerinin başında addederek işlerini yapan nüfus müdürlüğü memurlarının işleri de zora girmeye başladı. Zozan’ı “Suzan” olarak nüfusa kaydetmek, “takiyye” idi, ama kabul edilebilir bir yol idi nihayetinde. Zozan’ı “Zozan” olarak nüfusa kaydetmek ısrarları başlayınca, üstüne üstlük bazı ünlü Kürtler de bu Kürtçe isim koyma ısrarlarında misal verilmeye başlayınca (Malum; Yılmaz Erdoğan’ın kızının adı Berfin’dir, Hülya Avşar’ın kız kardeşinin adı Helin’dir), memur milleti bu “makbul olmayan” vatandaş türünü dava açmak, “mahkemelerde sürünürsün” diyerek tehdit etmek suretiyle az uğraş vermek zorunda kalmamıştır yani. Nitekim bu şekilde açılmış çok sayıda dava vardır ve çoğu da vatandaşın “nihayet” yola gelmesiyle sonuçlanmıştır.

“Kızıma Rojin adını koyacağım” damarı tutmuş bir arkadaşım vardı, içeride. Malazgirtli bir Kürt idi. Yaşam şartları onu Gebze’ye sürüklemişti ailesiyle. 90’lı yılların ikinci yarısında, her ne yapmış ise “yardım yataklık” iddiasıyla tutuklanmış, hüküm giymişti. Yargılandığı mahkemenin kendisini cezalandırmasında onun nüfus müdürlüğü ile karşı karşıya gelmişliğinin etkisi olmuş mudur, bilinmez, ama Şahabettin (adı Şahabettin idi), dama düşmezden evvel doğan çocuğuna “Rojin” ismini verebilmek için hayli uğraşmıştı. Nüfus müdürlüğü memurlarıyla, memurların yetmediği yerde bizzat nüfus müdürü ile boğaz boğaza gelmişti. “Ben Kürdüm ve çocuğumun adını da Kürtçe koymak istiyorum” demişti onlara. Onlar da bunun “bölücü” bir isim olduğunu, “yasak” olduğunu söylemişlerdi elbet. (O zaman sanatçı Rojin henüz yeterince ünlü değildi tabii. Bu arada memurun sırf Kürtçe olduğu için “bölücü isim” olarak kafadan mahkum ettiği “rojin”, güneş, hayat, kadın anlamına gelmektedir.) Ama adam Kürt ya, laftan mı anlar; “bak daha fazla ısrar etme, polis çağırırız” diye tehdit etmişler Şahabettin’i. Bunun üzerine Şahabettin mücadelesinde başarısız olduğunu nihayet anlamış. Kızına “Rojin” diyecek diye karakola çekilmenin, dayak yemenin, hapse düşmenin gereği yoktu...

Ama karşı karşıya kaldığı bu uygulamayı kabul etmeyi de gururuna yedirememiş. Aklına bir “hinlik” gelmiş Şahabettin’in. Kürt ya, illa devletin bir kararını, uygulamasını “teşhir” edecek, protesto edecek... Aylardır uğraştırdığı nüfus müdürlüğü memurlarının karşısına çıkmış bir kez daha. “Tamam” demiş onlara, “kızıma Kürtçe isim koymaktan vazgeçtim.” Devletin memurları derin bir “oh” çekmiş, “nihayet yani” demişler. Şahabettin, “Kürtçe, yani bölücü isim olmasın da ne isim verirsen ver demiştiniz, değil mi?” diye sormuş. Memurlar da “elbette” demişler, “isim mi yok, bir tane söyle yazalım, kendini de, bizi de daha fazla uğraştırma, başını belaya sokma” diye yanıtlamışlar onu. “Tamam işte” demiş Şahabettin, “kızımın adını Elizabeth koyuyorum.” Nüfus memuru bu “Elizabeth” isminden biraz kuşku duymamış değil, ama Kürtçe olmadığı kesinmiş ve de önemli olan da buymuş onun için. Yine de sormuş, “kimdi yahu bu Elizabeth?”. Şahabettin de “Aa, bilmiyor musun” edalarında, İngiltere kraliçesinin adı olduğunu söylemiş Elizabeth’in. Nüfus memuru Elizabeth’i, İngilizce bilmediği için sonundaki “h” harfini yazmadan, ama bir vatandaşın “bölücü isim” ısrarını nihayet terbiye etmiş olmanın memnuniyetiyle kaydetmiş nüfusa...

Şahabettin’in cezasını tamamlayıp çıktıktan sonra hastalandığını ve hayatını kaybettiğini duydum. Görüşe geldiğinde gördüğüm minik Elizabeth’in adını çıktıktan sonra “Rojin” yapabildi mi bilmiyorum, ama beraber olduğumuz dönemde, devletin yasakçılığını bu şekilde teşhir etmiş olmaktan yana oldukça memnundu.

Bu tip trajikomik durumlara da neden olan yasakçı uygulamalara hiç değilse isim koyma konusunda daha az rastlıyoruz artık. (Ama İsmail Beşikçi’nin geçtiğimiz aylarda bir yazısında “q” harfi kullandığı için yargılandığını ve 15 ay cezaya mahkum edildiğini de unutmuyoruz. Böyle mahkemeler de var. Hala...)

28 Mayıs 2011 günü saat 9’u 10 geçe bir kız çocuğu babası oldum. Bebeğimiz daha doğmadan annesiyle birlikte heyecanlı bir “ne isim koysak” araştırması yaptık. “Bejan”, “Rojin”, “Hivda” gibi isimler geçti aklımızdan, ama sonuçta “Zerya” isminde karar kıldık.

‘Zerya, benim kızım demek’

Doğumdan birkaç gün sonra bebeğimizi nüfusa kaydettirmek için nüfus müdürlüğünün yolunu tuttum. Sıra numaramı alıp beklemeye başladım. Heyecanlı ve aynı zamanda “dolu” idim. Nüfus memuru, “Bu ne biçim isim” filan derse neler diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi kurmuştum kafamda. Çok kızacaktım muhtemelen. O yüzden kendi kendimi yatıştırmaya çalışıyordum beklerken. Sakin ve soğukkanlı olmalıydım. Niçin artık “yasaklı isim” diye bir şey olamayacağını izah etmeliydim. O yasakçı devrin artık geride kaldığını söylemeliydim, filan. Ama onları ikna edemezsem, nereye kadar giderse gitsin, gerekirse dava açacaktım, kızımın adını Zerya koymaktan vazgeçmeyecektim... Ben bu düşüncelerle cebelleşirken sıram geldi, yargılandığım bir mahkemenin önüne çıkıyormuşum gibi tuhaf bir psikolojisi içerisinde, bir solukta memura “Kızım oldu, onu nüfusa kaydetmeye geldim, adı Zerya olacak” dedim. Adam “Doğum kağıdı nerede?” dedi. Hay Allah, yanımda değildi. Heyecandan unutmuştum. Ama hastanenin verdiği sağlık karnesini getirmiştim yanımda. O olmazmış. Velhasıl heyecanın süresi uzadı. Ertesi gün kızımın doğum kağıdı ile birlikte erkenden geldim nüfus müdürlüğüne. Aynı psikoloji içinde...

Sıra numaramı aldım. Fazla beklemedim bu sefer. Sıram geldi. Tesadüf, aynı memurun önündeydim. “Dün de gelmiştim” dedim, doğum kağıdını koydum önüne. Aldı, baktı. Orada bebeğimin adı “Bebek” diye geçiyordu. “Adı ne olacak?” dedi ve aynı anda önüme koyduğu kağıda, bebeğimize koyacağımız ismi yazmamı istedi. “Zerya” dedim, kağıda da yazdım büyük harflerle. Adam “yanlış mı duydum” dercesine dikkatle kağıda baktı, “Zerya ne demek?” diye sordu. Yanıtladım. “Kürtçe yani?” diye onaylattı bir kez daha. Lafı dolandırmadan, “Evet” dedim. Sakince işini yaptı. Nüfus kağıdı ile birlikte birkaç kağıt daha koydu önüme ve bunları nüfus müdürüne imzalatmam gerektiğini söyledi. Nüfus müdürü kimdi, neredeydi? Odasını gösterdi.

Kapısını vurup müdürün odasına girdim. Bir vatandaş daha vardı, çocuğunu nüfusa kaydettirmeye gelmiş olan. Beklerken bir kişi daha geldi. Müdürün önüne koydum kağıtları. Benim yaşlarda, belki benden birkaç yaş daha büyük, orta boylu, koyu takım elbiseli, kravatlı, zayıf ve asık suratlı biriydi. Kağıtlara bildik gözlerle baktı. Nüfus kağıdında yazılı isme takıldı gözleri tabii. “Pardon” dedi, “Zerya ne demek?”

Az önce memura verdiğim yanıtı tekrarladım; “Ben Dersimliyim. Dersim Kürtçesinde Zerya içten, yürekten, candan demek. Kurmanci Kürtçesinde büyük deniz, okyanus demek. Farsça altın gibi kıymetli demek” dedim ve ekledim, “Türkçede ise benim kızım demek...”

Bu espriyi yapmak da nereden aklıma gelmişti. Kafamda kurguladığım gibi olmuyordu hiçbir şey. İyi ki de olmuyordu. Ama adam yaptığım espriden bir şey anlamamış, “Allah Allah” diye söylenmiş, birkaç dakika suratıma bakmıştı boş gözlerle. Durup dururken patlattığım bu esprinin açıklamasını nasıl yapacağımı düşünüyordum ki, adamın yüz hatları gevşedi, gülümsedi, “Haa, öyle mi?” dedi. “Yalnız Dersim Kürtçesi diye bir şey yok, o dediğin Zazacadır” diye de bilgiççe ekledi. Adamla Zazaca, Kürtçe tartışması yapmaya niyetim yoktu. “Farklı görüşler var o konuda” gibi bir şeyler geveledim. Adam imzaladı kızımın nüfus kağıdını, uzattı bana, “Hayırlı olsun” dedi. Odadan çıkarken, benden sonra içeriye giren bayanın, “Şimdi de böyle isimler moda oldu” gibi sözler söylediğini duydum. Dönüp yanıt vermek istedimse de, tuttum kendimi. Elimde kızımın nüfus kağıdı vardı ve önemli olan buydu...

Bu duyguyu bilen bilir. Birkaç gün evimizde, salondaki masanın üzerinde kaldı kızımın kimliği, duvara asılmış kıymetli bir resim gibi. Zerya’nın kimliğinin hemen karşısında, uzun yıllar boynunda taşıdığı 38 kurşunuyla yaşayan sarıklı, sakallı, nur yüzlü dedem Seyit Hasan’ın resmi ile bizler için ettiği dualar hala kulaklarımda yankılanan nenem Besime’nin resimleri duruyordu yan yana... Kızım, bu satırları yazdığımda iki buçuk aylık idi, ama ben onun “Zerya Solgun” yazılı kimliğini inanmaz gözlerle her elime aldığımda, hala ilk günkü gibi gözlerim doluyor, içim kabarıyor...

90’lı yıllara geri dönmek?

Bugünlerde çatışma, operasyon, ölüm haberleri, Ramazan ayının herkes için ifade ettiğini düşündüğümüz anlam ve değere rağmen, bir kez daha kanla gölgeledi hayatlarımızı. Herkeste bir “artık yeter” duygusu var ve biraz da bu duygudan sebep, barış için hiçbir zaman olmadığınca umut dolu idik. Bizleri acıyla sarsan bu haberlere, bir de “90’lı yıllara geri mi dönüyoruz?” endişesi taşıyan yorumlar eklenmeye başladı.

90’lı yılların gündelik hayatlarımız üzerinde bugünden bakınca ne tür sonuçlara yol açmış olduğunu hatırlamak, iddialı kavram ve sözcüklerle kaleme aldığımız analizlerden çok daha anlamlıdır inancındayım. 90’lı yıllara dair tanıklığım çok değişik ve hayatın “farklı” boyutlarını da içeren bir derinlik içeriyor. Zamanı geldiğinde yazacak, paylaşacağım. “90’lı yıllara geri mi dönüyoruz?” tartışmalarına katkıda bulunmayı daha fazla ertelememek adına, “hayır, tarihin tekerlekleri hiçbir zaman geriye doğru dönmez” türü tumturaklı cümleler kurmayacağım. Ama Zozan’lar Suzan olmayacak bir daha diyeceğim, ya da Sosın’lar Çiçek... Şahabettin’lerin çocuklarının adları “Kürtçe olmasın da, Elizabeth de olur” diyen gaddar memurların keyfine terk edilmeyecek...

Kendimden biliyorum; istesem kızımın adını mesela “Derya” koyardım. Ama biz onun adına Zerya dedik; onu adıyla seviyoruz, büyütüyoruz ve bundan vazgeçmek diye bir olasılığı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz...

7 Eylül 2011



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...