Ana içeriğe atla

Cumartesi Anneleri için... 670. Hafta izlenimleri

670 hafta… Dile kolay… Yaz kış, sıcak soğuk, yağmur kar demeden Cumartesi Anneleri/insanları 670 haftadır aynı gün ve saatte Galatasaray Meydanı’nda bir araya geliyor ve “kayıp” yakınlarının akibetini soruyorlar, sorguluyorlar, “adalet” taleplerini dile getiriyorlar…
 
Bilen bilir; onların hakikat ve adalet adına “kayıp” yakınlarının akibetlerini öğrenmekteki ısrar, inat ve kararlılığını “sınayan” sadece hava şartları değildi. Yıllardır her cumartesi günü saat 12.00’de Galatasaray’da, güvenlik çemberi içerisinde kayıp yakınlarının akibetini sormayı, sorgulamayı bir “hak” olarak elde etmeleri, baskılara, tehditlere, gözaltılara karşı direnmeleri ile mümkün olabilmiştir… Burası Türkiye: “Kayıp” yakınlarınızın akibetini sormak için bile direnmeniz gerek; baskı ve tehditlere karşı acınızdan aldığınız güçle, adalet ve hakikat değerlerine duyduğunuz inançla… Sadece Mehmet Ağar’ın İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı olduğu dönemleri hatırlatmakla yetineceğim…
 
Cumartesi Anneleri’nin eylemleri, sessiz bir oturma eylemi. Alkış, slogan vb olmadığı gibi kayıp resimlerinden başka resim, pankart, döviz de taşınmıyor. İnsanların elinde kayıplarının resimleri ve bir de karanfil çiçekleri var.
 
Baskıların azalmasıyla birlikte bazen “siyasiler” de Cumartesi Anneleri’nin sessiz eylemlerine katılmaya başladı. Siyasilerin katıldığı ve katılacaklarını önceden duyurdukları eylemlere medyanın ve o siyasileri seven insanların ilgisi de fazla oluyor. “Medyatik” bir dünyada yaşıyoruz ne de olsa…
Bunlardan birine HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da katılmıştı. Sanırım 7 Haziran seçimlerinden önceki bir cumartesi idi. Sayın Demirtaş’ın niyetinden bağımsız olarak o gün Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemlerinde “izdiham” vardı. (Polisler de her zamankinden daha kalabalıktı. Etrafta TOMA’lar, panzerler de vardı.) İnsanlar Demirtaş’la resim çektirmek yarışına girmişti. Basın mensupları da en iyi görüntüyü yakalamak telaşındaydı. Orda olma gerekçemiz biraz gölgede kalmıştı.
 
İzdihamı görünce alana girip girmemekte biraz tereddüt ettim ve aynı anda elinde insanlara dağıtmak için kayıp resimleri ve karanfillerle bir köşede durmuş ağlayan babası “kayıp” bir arkadaşımı gördüm…
 
“Ne oldu? Neden ağlıyorsun?” diye sordum. “Görmüyor musun abi?” dedi, “miting meydanına dönmüş burası, alana girmeyi bile başaramadım. İtip kaktılar beni.”
Bir şey diyemedim. O devam etti; “Haftaya yine biz bize oluruz. Bu insanlar kayıplar için burada değiller ki…”
 
Ne diyeceğimi bilemedim. “Haklısın” gibi bir şeyler geveledim. Yanında durdum. O gün biz o alanda oturamadık…
 
Cumartesi Anneleri’ne, en çok havanın soğuk olduğu günlerde gitmeye gayret ediyorum. Hava soğuk ve yağışlı olunca, kime ne diyeceksin, daha az insan katılıyor çünkü. Genel olarak da kızımdan dolayı bir “mazeretim” yoksa, erkenden kalkıp düşüyorum yola. 12 Eylül ve 90’lı yıllar boyunca kimisi arkadaşım, tanıdığım olan “kayıplarımızın” akibetini soran annelerin, ağabeylerin, ablaların, kardeşlerin yanında olabilmek için…
 
Kayıp yakınlarının ve İHD komisyonunun o hafta hatırlatılacak “kayıp” için hazırladığı bildiriyi dinlerken, birçok insanımız gibi benim de gözlerim yaşarıyor. Bir de bu yıllar boyunca adeta gözlerimizin önünde büyüyen yakınları “kayıp” çocukları izlerken… Kiminin babası, kiminin ağabeyi “kayıp” olan çocuklar onlar ve bu acıyla, bu travmayla nasıl yaşadıklarına her seferinde daha çok bir tür hayranlık duyuyorum…
 
Bu hafta, 670. Hafta idi. Bir gün öncesinden Mardin’de yaşayan bir arkadaşım katıldığı 200. Hafta eylemindeki tanıklığını anlattı ve benden de izlenimlerimi yazmamı, paylaşmamı istedi. Bu satırları ona söz verdiğim için yazıyorum.
 
Bu hafta her zamankinden daha acılı, hüzünlü idi anneler ve insanlar. Çünkü bu sabah bir cumartesi insanı yitirmişti hayatını; gözaltında kaybedilen Abdurrahman Demir’in ağabeyi Mehmet Demir… Annesinin yüzüne bakamazmış “Kardeşini bulamadın mı?” sorusuna cevap veremediği için… Tam 22 yıl… Kalbi daha fazla dayanamamış…
 
Bu hafta hatırlatılan ve akibeti sorulan “kayıp”, Mehmet Şirin Maltu idi. 31 Ocak 1995 günü Batman’da yaşadığı köyü basan asker, özel tim ve korucular tarafından gözaltına alınmış. Önce köy meydanında dövmüşler. Bütün köy onun “Bilmiyorum” feryatlarını duymuş. Sonra götürüldüğü Batman Komando Taburu’nda onu görenler olmuş. Ama 17 yaşında, ömrünün baharındaki Mehmet Şirin’den o gün bu gündür haber alınamıyor. Ailesinin bütün çabalarına, girişimlerine karşın “Öyle birini almadık biz” demiş ilgili devlet makamları…
 
Ablası, “Onu öldürdüler, biliyoruz. Bari kemiklerini versinler bize, başında dua edeceğimiz bir mezarı olsun” dedi Kürtçe yaptığı konuşmada…
 
Her eylemin ardından Hazzopulo pasajındaki çaycılarda oturup çay içmek, soluklanmak “adettendir” ama içimden gelmedi bugün. Kayıp resimlerini toplayan arkadaşlarla vedalaştım. Bir kadın da karanfilleri topluyordu, “KHK ile atılan öğretmen arkadaşların eyleminde lazım olacak” diyerek.
 
Her zaman yaptığım gibi Galatasaray’dan Karaköy’e kadar yürüdüm. Kadıköy vapuruna bindim. Kulaklarımda Mehmet Şirin’in ablasının feryadı vardı; “Em qemike braye xwe dixazim.” Ve Mehmet Demir’i anlatan annenin sözleri; “Onun kardeşine ne yaptılar? Bu soruyu yerde bırakmayacağız. Bize bu zulmü yaşatanların dinleri, imanları, Allahları yok!”
 
İşte böyle, Neslihan…
 
27 Ocak 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...