Ava bêdeng bitirse...
Geçen ay Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin
(DİTAM) yürüttüğü “Toplumsal Barış Ağı” projesi kapsamında düzenlediği bir
toplantı vesilesiyle Diyarbakır’a gittim. Hazır Diyarbakır’a gitmişken anamı
ziyaret etmemek ve Dersim’de kısa süre için de olsa nefes almamak olmazdı
elbette. İstanbul’un harala gürele ortamından ara sıra uzaklaşmak iyidir.
Diyarbakır
DİTAM’ın toplantısına yurdun değişik illerinden çok
sayıda sivil toplum temsilcisi katıldı. Toplumsal barış derken ister istemez en
çok Kürt sorunu konuşuldu tabii ki. Üç aşağı beş yukarı benzer gerekçelerle
bütün katılımcılar barışa dair özlem ve umutlarını dile getirdiler. Barışa
hizmet eden bütün çalışmalar hiç kuşku yok ki değerlidir, anlamlıdır. Ama insan
ister istemez “kendi kendine konuşuyor” duygusuna kapılıyor bazen. Kendin
söylüyor kendin dinliyorsun, devlet ve toplum nezdinde söylediklerinin ne
ölçüde etkisi, karşılığı var ki şeklinde özetlenebilecek bir ruh hali… Bu vesileyle kısıtlı bir süre için de olsa kimisi şehre geldiğimi duyunca toplantı filan dinlemeyip bulunduğum otelin kapısına dayanan Diyarbakır’daki bazı arkadaşlarımla görüştüm, Şehrin (daha çok Dağkapı’nın) yollarında, sokaklarında dolaştım. İnsanları ve OHAL şartlarındaki “olağan” gündelik yaşamlarını gözlemlemeye çalıştım, çaylarını içtim, sofralarına ortak oldum.
Surlardan hendek operasyon ve çatışmalarının
yaşandığı Suriçi’ni görmek mümkün değildi. Çünkü çatışmaların yaşandığı semtte
yıkım çalışmaları sürüyordu ve surların bütün çıkışları polis barikatlarıyla
kapatılmıştı.
Şehrin sokaklarında insanlar vardı ama “normal”
zamanlardaki canlılıktan eser yoktu. 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde de
gelmiştim Diyarbakır’a. Henüz Çözüm Süreci sürüyordu ve insanlar canlıydı,
hareketliydi, neşeli, iyimser ve umutluydu. Bu kez ise buram buram karamsarlık,
umutsuzluk…
Kayyım belediyesi çalışıyordu; belirtmemek haksızlık
olur. İnsanların Diyarbakır’da da Dersim’de de söylediği de buydu. Bu, “devlet
para veriyor” veya “seneye seçim var” meselesi olarak izah edilemez
kanısındayım. Bunda elbette ki gerçeklik payı var. Ama HDP’li belediyelerin
çıkarması gereken bir “ders” de var: Yüksek siyaset yapmaktan asli işlerini
yapmaya “zaman” ve “fırsat” bulamıyorlardı (!) çünkü. Yine de insanların
söylemlerinden çıkardığım sonuç, yerel seçimlerde bir “sürpriz”in
yaşanmayacağı. Çünkü AKP’nin Kürt sorunundaki keskin politika değişikliğine
büyük tepki var. Irak Kürdistanı’ndaki referanduma gösterilen şiddetli tepki ve
Afrin harekatı bu tepkiyi daha da büyütmüş durumda.
Halkta PKK’nin binlerce insanın hayatını yitirmesine
ve evsiz barksız kalmasına sebep olan “hendek” dayatmasına da tepki var. Hala
anlam veremiyorlar… “Devrimci halk savaşı” ve “hendek-barikat” taktiğinin
müsessipleri bugüne değin “Devletin bu kadar gaddar olacağını hesaba
katmamıştık” (Duran Kalkan) dışında bir “açıklama” yapmış değiller ve halkın
tepkisinden paylarına düşen dersi aldıklarına dair herhangi bir emare de yok…
Bir arkadaşım halkın psikolojisini “sessiz bir
bekleyiş var” şeklinde özetledi. “Beklenen ne?” sorusunun somut bir karşılığı
ise, yok. Ama bir Kürt özdeyişinde, “Ava bêdeng bitirse/Sessiz sudan kork”
denir. Durum, evet, biraz da bu gerçekten de…
Kontroller, denetimler eksik değildi tabii.
Diyarbakır’da toplantının yapılacağı otele giderken bulunduğumuz aracı çeviren
polis, GBT kontrolünün yanı sıra üstümüzü de aradı. Beraberimdeki Karadenizli
sivil toplum temsilcisi çok heyecanlandı. Birkaç dakika içinde neredeyse üstünü
arayan polise hayatını anlattı. Polisler gülümseyerek dinledi onu. Bana gelince
alışkanlıkla ellerimi kaldırdım. “İndir kollarını” dedi genç polis memuru. “Alışkanlık”
dedim, “Hep kaldır dersiniz, buradaki uygulamanız farklı”. Polis memuru, “Benim
tarzım böyle” dedi. “Kendinize özgü bir stil yaratmışsınız yani?” dedim. Biraz
durdu ve “İstersem ellerini arabaya daya bacaklarını aç derim, öyle ararım”
dedi. Espri yapmayı fazla uzatmak, adamı kızdırmak istemedim.
Dersim…Dersim’de de aynı ruh hali ile karşılaştım. Sessizlik… Ne olacağını bilememenin, öngörememenin verdiği endişeli bir sessizlik…
Merkezde kar yoktu. Bu mevsimde metrelerce kar
bulunan Ovacık’ta bile 40-50 santim kar varmış. Munzur, asi suyumuz, durgun
akıyordu…
Kenarında yürüdüğüm, oturup seyrine daldığım Munzur’un
bize çok şey anlatan sesi de durulmuş gibiydi. Küskündü…
Munzur bizim için arınmak ve kavilleşmek nedenidir.
Karşılıklı gözyaşı döktük…
Anam Elazığ’da yanında daha çok kalmamı istedi tabii
ki, ama kızım telefonuma düşen sesli mesajında “Baba ne zaman geleceksin”
diyordu, nasıl kalayım…
Dersim’e her geldiğimde ziyaret ettiğim Yusuf Cengiz
ağabeyi göremedim bu kez. Diyarbakır’da, hastanede idi. İstanbul’a döndüğümde
ölüm haberini aldım. Tunceli Sanayi Odası Başkanı idi. Bir Dersim sevdalısı
idi. Büyüğümüz, ağabeyimiz, değerimiz idi. Omuzlarım çöktü. Kendime kızdım; neden
Diyarbakır’da ziyaret etmemiştim…
Cahit Zarifoğlu’nun dizelerindeki gibi halimiz
ahvalimiz: Az az ölüyoruz her gün. Havadan, yağmurdan bahseder gibi…
12 Mart 2018
Yorumlar
Yorum Gönder