Sosyal medya halleri ve #hayatdersleri
Sosyal medyada öteden beri çok aktif olduğum
söylenemez. “Marifet” diye demiyorum. “Sosyal medya kullanmıyorum, kullananları
anlamıyorum, baş belası” vb diyenlerden değilim. Madem sosyal medya diye bir
şey var, yok saymak tabii ki mümkün değil. “İşiniz” her ne ise bir şekilde
sosyal medya ile ilgili olmak durumundasınız. Mesela “işsiz” de olsanız,
gazeteci iseniz, dünyada ve Türkiye’de, bölgede neler olup bittiğini izlemek,
anlamaya çalışmak gibi bir “alışkanlığınız” varsa. Ya “yorumlamak” diye de
sorulabilir elbette. Tabii ki yorumlamak, gündeme dair kendi tavrınızı belli
etmek için de… Zorluklarını ve olası sonuçlarını göze almak kaydıyla. Tivitleri
yüzünden “içeride” kaç insan var, bilemiyorum…
Ben sosyal medyayı yazılarımı paylaşmak için
kullanıyorum daha çok. Bir de yeni kitaplarımı duyurmak için. Malum, “reklam”
devrinde yaşıyoruz; “reklamı” olmadan insanların dikkatini çekemiyorsunuz.
Başka mecralarda ve başka, daha etkili biçimlerde kitabınızın reklamı
olmayınca, mecbur, sosyal medyaya başvuruyorsunuz. Kendi kitabının reklamını
yapmak uzun süre bana hayli tuhaf geldi doğrusu, Yanlış bir şey yapıyormuşum
duygusuna kapılıyordum. Biraz aştım galiba. Ama laf aramızda sosyal medyada
binlerce izleyicim var; ne var ki kitaplarım binlerce satılıyor değil. Ne
diyeyim; okuyanın da okumayanın da canı sağolsun. Kitaplarıma, yazılarıma ilgi
duymayınca ne diye izliyorlar beni, onu da bilmiyorum…
Dinlediğim müzik parçalarını, şarkı ve türküler
paylaşıyorum bazen de. Açıkçası halet-i ruhiyeme göre değişkenlik arzediyor bu
parçaların niteliği. Bu ara daha çok Ahmet Kaya paylaşıyorum mesela. Sadece “bu
ara” mı? Ahmet Kaya bütün zamanlarımızın “gözdesi”. Hüzün varlığımızın ayrılmaz
bir parçası gibi olunca, Ahmet Kaya şarkıları aklınızdan çıkmaz, dilinizden
düşmez oluyor işte…
İlginç gördüğüm yazı ve haberler paylaşıyorum. Ama
sanırım daha çok bu yazı ve haberleri okumak için kullanıyorum sosyal medyayı. Birçok
kişi de eminim böyle yapıyor.
Anlayamadığım veya alışamadığım, tuhaf bulduğum bir
şey varsa, o da sosyal medyada gayet “kişisel” paylaşımlarda bulunanlar. “Şu
anda şuradayım”, “Şu anda şunu yapıyorum”, “Yanımdaki filanca bana dedi ki…”, “Ben
de ona dedim ki…”, nerede yemek yiyor, nerede içiyor, eşiyle ne diye kavga
etmiş ve daha neler neler…
Paylaşmak iyidir. İnsani bir ihtiyaç, hatta
erdemdir. İyi de tanımadığınız, bilmediğiniz sayısız sanal kişiye sizden
başkasını ilgilendirmeyecek meselelerinizi ne diye ifşa ediyorsunuz? Bu tip
paylaşımlarınızdan dolayı insanlardan ne tür karşılıklar almayı bekliyorsunuz?
Nitekim bu tür durumlarda genellikle karşılık verenlerin tepkilerinden rahatsız
oluyorsunuz, sanal kavgalar patlak veriyor… Neyse. Bu, herhalde psikologların
anlamlandıracağı nitelikte bir paylaşım ihtiyacı oluyor…
“Trol” mevzuuna hiç girmesem daha iyi. Sanal ve
sahte isimlerin arkasına sığınıp ona buna küfür, hakaret etmeyi “iş” edinmiş
aşağılık, hasta kişiler…
Hayat
dersleri
“Hayat dersleri” başlığı altında (“hastag” mı
deniyordu?) bazen hayata dair “öğretici”, en azından “düşündürücü” olduğunu
düşündüğüm paylaşımlarım da oluyor. Kim bilir, birine ilham verir, birini
düşündürür, birinin ufkunu açar, kendisine gelmesine vesile olur, birinin
kendisini daraltan sorunlara bir başka açıdan bakmasına vesile olur diye…
Meselem sadece paylaşmak yani. Genellikle kendi hikayemden çıkardığım sonuçlar
bunlar. Acı çekerek öğrenilmiş dersler. Adı üzerinde “hayat dersleri.”
Birisi söyledi bir ara, “Ders mi veriyorsun?” Durup
düşündüm. Ders vermek… “Öğretmen” edasıyla konuşmak yani…
Mümkündür ki bazı sözlerim, söylemlerim üslup olarak
insanlara bu izlenimi vermiştir, bilemiyorum. Fakat gerçekte yıllardır “öğretmen”
edasıyla düşünen ve konuşan biri olmadığımı, en azından buna dikkat ve özen
gösterdiğimi söyleyebilirim.
“Delikanlı” zamanlarımda durduğum yerin hayata dair
yegane “doğru” olduğuna inanmış olarak hareket etmişimdir, evet. Özellikle
ideolojik, siyasi bakımdan. Ancak en “militan” dönemlerimde dahi hayata ve
insanlara dair acımasızca keskin yargılayıcı tutumlar takınmak, mesafeli
durduğum bir yaklaşım olmuştur. Böyle bir “yapım” yok ve bunun da temelinde içerisinde
şekillendiğim Alevi kültürünün büyük payı bulunduğunu zamanla idrak ettim…
Hayata karşı “öğrenci” olmak, hala esas aldığım yaşam düsturlarımdan biridir.
Kuşkusuz insanın kendine dair cümle kurması kolay değil, ister istemez sübjektif
davranabilirsiniz. Bu yüzden “Ders mi veriyorsun?” diyen izleyicime ancak daha
çok dikkat edeceğimi söyleyebilirim. Biz hayattan hep ders alanlardanız, ders
vermek ne haddimize…
Nitekim benim “hayat dersleri” dediğim, hayatın
öğrettikleridir. Ve bakmayın bazen bir takım özlü cümlelerle dikkatinize
getirdiğime; aslında bu tür cümlelerle anlatılacak, paylaşılacak gibi değildir.
Belki de bunun için, kitap yazıyorum işte…
Herkes sonuçta kendi menkıbesini yaşar ve her hayat
kendince bir dünyadır. “Ders”, hayatın kendisidir. Yaşadıkların, yaşayacakların…
Mesele öğrenebilmekte. Öğrencilik, hayat boyu süren bir sınavdır ve karşılığı
her insanın kendi vicdanındadır. Eğer vicdanı kararmamışsa…
26 Mart 2018
kızılordu bandosu ülke ülke gezıp şıkıdım şıkıdım ve benzeri şarkìlar türküler söylediler sn cafer bey daha sosyalizım peşinde önce radikal demokırasi bence Cafer beye Selam
YanıtlaSil