Hayat işte... Papatyalar...
Çocukken (Ne zaman "çocuk" idim ki ben?) papatya
yapraklarını kopartarak "seviyor, sevmiyor" oyunu oynardık. Oyundu,
evet. Aslında kimselere aşkımızı, sevdamızı ilan edecek ne cesaretimiz vardı ve
ne de aşık olmaya, sevdalanmaya vaktimiz... Bir Ermeni kapı komşumuz aile
vardı, bir de benimle yaşıt kızları Ayda. Adı gibi "ay gibi" güzel
bir kızdı. Hiç göz göze bile gelmedik. Utanır, kızarırdım. Uzaktan,
"platonik" bir duygu idi ona karşı yaşadığım. Papatya yapraklarını
kopartarak "seviyor, sevmiyor" oyununu onu düşünerek oynardım
kendimce, ama az sonra bana çok saçma gelirdi bu. Karşılıklı iki kelime bile konuşmamışken,
gözlerimiz birbirine hiç değmemişken nasıl sevebilecekti ki beni? Mahallemizde
ilk televizyon alan aile idi onlar. Evlerinin pencerelerinin önünde toplaşırdık
bazen; televizyon almışlar, nasıl bir şey ki acaba? Sinema gibi. Sinemayı bir
kutunun içine koymuşlar... Marsa Abla (Ayda'nın annesi) bizi pencere önünden
kovana değin perdenin izin verdiği kadar televizyonda neler oynadığını
izlemeye, anlamaya çalışırdık. Benim gözlerim Ayda'nın üzerindeydi daha çok.
Nasıl güzel bir kızdı, ay gibi. Sonraki yıllarda Seko Mahallesi'ndeki evlerini
terk ettiler, Fransa'ya yerleştiler. Tarihin ve memleketin 70'li yıllarıydı ve
korku ile yaşamaktan bıkıp usanmışlardı demek... Hayat işte...
Ben de anamın evini terk ettim daha sonra, İstanbul'a gittim
bir başıma. 15 yaşındaydım. Ortaokulu bitirmiş ama o sene liseye kaydımı
yaptıramamıştım. Paramız yoktu, yoksul bir aile idik. İstanbul'da okuyacak ve
devrim yapacaktık. Devrim bizim oralarda değil de İstanbul'da olacak gibiydi
çünkü ve elbet devrim olunca, anamı, babamı ve bütün yoksulları da
kurtaracaktık... İstanbul'a gittiğim sene hapishaneye de girdim. Çıktıktan
sonra, nasıl olacaksa her an olacak duygusuyla bağlandığımız devrim biraz daha
bekleyedursun, bir televizyon aldım anam ve kardeşlerim için. Liseye başlamadan
çalışmıştım bir süre; artık olmayan Dolapdere'deki Gazetecilik ve Halkla
İlişkiler Yüksek Okulu'nun kantininde ve yazın da Kumburgaz'daki bir tatil
kampının kantininde. Nasıl harcayacağımı bilmediğim biriktirdiğim para ile
aldım o televizyonu, sırtlanıp o zaman Topkapı'da olan şehirlerarası otobüs
terminaline gittim. Bulabildiğim ilk otobüs için bilet aldım. Karton kutusu
içindeki koca televizyonu otobüsün bagajına yerleştirirken muavini,
"Televizyondur ha! Bir şey olmasın!" diye uyarmayı da ihmal etmedim. Nasıl
heyecanlı idim, anlatamam. Annem, babam, kardeşlerim nasıl sevineceklerdi, ben
nasıl gururlu idim... Bilen bilir; Elazığ otobüs terminali ile Seko Mahallesi
arasında epey bir mesafe vardır ve o zaman servis minibüsleri filan da yoktu. Ben
neredeyse boyum ve kilom kadar ağırlığı olan o koca "Grundig" marka
televizyonu kah kucağımda kah sırtımda anamın evine kadar taşıdım. Hiç
yorulmadım. Nasıl yorulurdum, nasıl sevineceklerdi ve ben nasıl gururlu... Ayda
da vardı aklımda tabii; bilmiyordum, onlar terk edip gitmişlerdi yurtlarını. Ve
ben artık "seviyor sevmiyor" oynamıyordum... Hayat işte...Nereden aklıma düştü bu "seviyor, sevmiyor" oyunu derseniz eğer, "bahardan sebep tabii ki" diyeceğim ve elbet, kızımdan... Doğada ilk açan çiçeklerdendir papatyalar. Baharın geldiğini doğada ilk muştulayan çiçeklerdir. Havalar biraz ısınmaya yüz tutsun, güneş keyifle doğmaya görsün, nazlı boyunlarını çimenler arasından uzatırlar hemen. Kuzum ne zaman, nereden öğrendi bilmiyorum, nerede bir papatya görse koparıyor bir tane ve "seviyor, sevmiyor" oynuyor. Bazen beni "şakacıktan" üzmek için "Sevmiyor çıktı" diyor, ben "Olamaz!" diye feryat edince "şakacıktan" da olsa, dayanamıyor ve "Sen de hiç şakadan anlamıyorsun baba" diyor, "Seviyor çıktı tabii ki." Bazen de sırf oyunu uzatmak için, "Tamam, bir tane daha deneyeyim" diyor ve bu sefer "Seviyor" çıkmış oluyor, seviniyorum, seviniyoruz... Hayat işte...
Hayat hep "seviyor" çıksa papatya fallarında... Çocuklar kadar saf, temiz, masum ve sevgi dolu olsa... Ne çare; olmuyor... Hayat işte...
Yorumlar
Yorum Gönder