Cumartesi Anneleri için...
Cumartesi Anneleri’nin 700. Hafta buluşmasına
polisin saldırısı damga vurdu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “bizzat” talimat
vermiş ve polis de “gereğini” yapmıştı; Cumartesi Anneleri’nin simge
isimlerinden Emine Ocak ve çok sayıda kişi ters kelepçe takılarak gözaltına
alındı. Emine Ana’nın gözaltına alındığı ve arkadaşımız Hrant Dink’in oğlu Arat’ın
gözaltına alınmak istendiği anların resimleriyle hatırlanacak 700. Hafta…
Kendi adıma söyleyeyim… Her hafta birinin hikayesi okunan, resimleri taşınan, kimisi işkencede öldürülmüş ve “kaybedilmiş”, “faili meçhul”, kimisi bir Beyaz Toros’a bindirilip götürülmüş ve bir daha haber alınamamış o insanların içinde tanıdıklarım var, bir zamanlar aynı ülküleri paylaştığımız arkadaşlarım var. O insanların geride bıraktığı yakınlarının acısını paylaşmak, her şey bir yana, insani, vicdani bir sorumluluk… İnsan olanın sırtını çeviremeyeceği ve hayatını gayet “normal” bir şekilde sürdüremeyeceği bir sorumluluk…
Bu yüzden “Çok zaman geçti. Unutalım gitsin” demek göründüğü kadar “mantıklı” bir öneri veya beklenti değil.
Ülke ve toplum olarak “normal” olmak, “kayıp” ve “faili meçhul” vakalarının üzerini örtmek değil, bu utançla bütün boyutlarıyla yüzleşmeyi gerektiriyor çünkü…
İstismar
Cumartesi Anneleri’nin sessiz çığlıklarını “istismar” edenler yok mu? Var! Ama Süleyman Soylu’nun dediği şekilde değil… İsmi lazım değil bazı siyasiler (Sezgin Tanrıkulu, Hüda Kaya gibi bazı isimleri tenzih ediyorum), bazı siyaseten hesapları, beklentileri olan “sanatçı” payesi taşıyan isimler, özellikle seçim atmosferinin yaşandığı zamanlarda Galatasaray’da arz-ı endam ediyor ve gülerek, zafer işaretleri yaparak, sol yumruklarını havaya kaldırarak basın mensuplarına poz veriyor, destekçilerine ne kadar “duyarlı” olduklarının mesajını vermeye çalışıyorlar. Seçim atmosferi dağılınca bunları orada görmek mümkün olmuyor tabii.
Ama bu “istismar” sadece sahiplerinin basitliğini ortaya koymaktan başka bir anlama sahip değil. Polisiye önlemler almayı gerektirmiyor yani. İnsanlar kimin ne denli samimi olduğunu görebiliyorlar yeterince…
Ne yapmalı?
TBMM’de bütün siyasi partilerin temsilcilerinin katılımıyla bir komisyon oluşturulmalı ve “kayıp” ve “faili meçhul” iddialarını içeren dosyalar yeniden açılmalı. “Kayıp” ve “faili meçhul” cinayetlerin yoğunlaştığı 12 Eylül ve 90’lı yıllar devlet zihniyeti alenen mahkum edilmeli. Tespit edilen “failler”, yaşamıyor dahi olsalar, teşhir edilmeli.
Yeter ki öncelikle “Ne yapmalı?” sorusunu içtenlikle gündem yapalım.
Neden peki? Ne olmuştu da yıllardır polis önlemleri
eşliğinde sessizce gerçekleştirilen bir meşru hak eylemi Sayın Soylu’nun
talimatıyla engellenmek istenmişti? Bunu anlamak, zor.
Öncesinde yapılan duyurular, çağrılar nedeniyle 700.
Hafta sessiz oturma eyleminin her zamankinden daha kalabalık bir katılımla
gerçekleşmesi bekleniyordu. Belli ki “rahatsızlık” yaratan, buydu. Bu durumda
daha fazla polis görevlendirilir ve sonuçta da herhangi bir “polisiye” sıkıntı
yaşanmadan, insanlar kayıp yakınları için çağrılarını yineler, sonra da “olağan”
hayat devam ederdi.
Hatırlıyorum, 500. Haftada da her zamankinden daha
fazla bir kitlesel katılım olmuştu ve herhangi bir olumsuzluk yaşanmamıştı.
Neden yaşansın ki zaten?
Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturma eyleminin “özelliği”,
her şeyden önce “sessiz” bir eylem olması. Slogan atılmıyor, alkış çalınmıyor,
pankart açılmıyor. İnsanlar kayıpların resimlerini taşıyorlar ellerinde. Her
hafta bir “kayıp”ın ne zaman ne şekilde “kaybedildiği” anlatılıyor ve
yetkililere “kayıplarımızın akibeti açıklansın” çağrısı yapılıyor. 700. Haftada
da olacak olan bu idi…
Keskin açıklamaları ve HDP yöneticilerini tehdit
eden tutumlarıyla dikkat çeken Sayın Soylu’ya göre ortada bir “terör istismarı”
var imiş ve artık buna izin vermeyeceklermiş. Soylu’nun açıklaması baştan sona
talihsizlik, sorumsuzluk, demagoji; ama “Eminönü’nde dolaşırken mi kayboldular?”
şeklindeki sözleri en talihsiz olanı… Çünkü o “kayıpların” çoğu “Eminönü’nde
gezerken” değil ama evlerinden, işlerinden “Beyaz Toros” araçlara bindirilerek
gözaltına alınmış ve bir daha kendilerinden haber alınamamış insanlar… Bazısı
da gözaltında iken “kaybedilmiş” insanlar. İşkence edilerek öldürüldüğü halde “kafasını
duvarlara vurarak intihar etti” denilen insanlar var bir de… Bunlar Soylu’nun
bilmediği şeyler olabilir mi? Mesela başbakanlığı döneminde Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın gözleri açık giden Berfu Ana ile yaptığı görüşmeden haberi olmalıdır
ve Erdoğan’ın Berfu Ana nezdinde kayıp yakınlarına verdiği sözden…
Velev
ki…
Velev ki Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturma
eylemine katılan bir avuç insan içerisinde “terör örgütü” taraftarı,
sempatizanı insanlar var. Bu neyi değiştirir? O eylemin dünyanın en barışçıl,
en meşru hak eylemlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirir mi? Oradaki
insanların her birinin ideolojik, siyasi tercihleri olabilir; ama eylemde
herhangi bir örgütün propagandası mı yapılıyor? Buna her şeyden önce Cumartesi
İnsanları izin vermezler ve vermiyorlar. O halde “istismar” bu işin neresinde? “Terör
örgütleri” o acılı insanları nasıl “istismar” ediyorlar? Boş laf…
İlgili, yetkili, etkili makamlarda oturanların
görevi, orada dile getirilen acılara ve sessiz çığlığa cevap vermek, talepleri
ciddiyetle değerlendirmektir; demagoji yapmak değil…
Neden
unutmuyorlar?
Bir de bazısı iyi niyetle “Aradan on yıllar geçmiş,
bu insanlar neyin peşinde? Zaman aşımına uğramış ve kapanmış dosyalar hepsi.
Devlet o dosyaları açmaz bir daha. Ne gerek var her hafta o acının
tazelenmesine” şeklinde özetlenebilecek bir görüşü dillendirenler var.
İlk bakışta “mantıklı” geliyor insana. Ama, doğru,
ahlaki ve vicdani değil. Evladını yitirmiş olmak zaten başlı başına büyük bir
acı. Peki “kayıp” olması ne demek? Ya da işkence edilmiş cesedinin tenha bir
yerde bulunmuş olması ve gözaltına alınmış olmasına rağmen faillerinin “meçhul”
olması ne demek? Geride kalanlar bu acıyı nasıl unutacaklar? İlgili, yetkili ve
etkili makam sahiplerinin ilgisizliğini, sorumsuzluğunu nasıl “normal”
karşılayacaklar?
Aradan on yıllar geçmiş olması insanların acısının
yanına bir de öfke koyuyor. Kimseler çıkıp çığlığınızı duymuyorsa
öfkeleniyorsunuz. Ama unutmuyorsunuz. Unutamıyorsunuz. Kendinizi iyi ya da “normal”
hissedemiyorsunuz…
Kaldı ki bazı yurttaşlarının “kayıp” olduğu bir ülke
ve toplum “normal” olabilir mi? Olmuyor ve olamıyor işte…Kendi adıma söyleyeyim… Her hafta birinin hikayesi okunan, resimleri taşınan, kimisi işkencede öldürülmüş ve “kaybedilmiş”, “faili meçhul”, kimisi bir Beyaz Toros’a bindirilip götürülmüş ve bir daha haber alınamamış o insanların içinde tanıdıklarım var, bir zamanlar aynı ülküleri paylaştığımız arkadaşlarım var. O insanların geride bıraktığı yakınlarının acısını paylaşmak, her şey bir yana, insani, vicdani bir sorumluluk… İnsan olanın sırtını çeviremeyeceği ve hayatını gayet “normal” bir şekilde sürdüremeyeceği bir sorumluluk…
Bu yüzden “Çok zaman geçti. Unutalım gitsin” demek göründüğü kadar “mantıklı” bir öneri veya beklenti değil.
Ülke ve toplum olarak “normal” olmak, “kayıp” ve “faili meçhul” vakalarının üzerini örtmek değil, bu utançla bütün boyutlarıyla yüzleşmeyi gerektiriyor çünkü…
İstismar
Cumartesi Anneleri’nin sessiz çığlıklarını “istismar” edenler yok mu? Var! Ama Süleyman Soylu’nun dediği şekilde değil… İsmi lazım değil bazı siyasiler (Sezgin Tanrıkulu, Hüda Kaya gibi bazı isimleri tenzih ediyorum), bazı siyaseten hesapları, beklentileri olan “sanatçı” payesi taşıyan isimler, özellikle seçim atmosferinin yaşandığı zamanlarda Galatasaray’da arz-ı endam ediyor ve gülerek, zafer işaretleri yaparak, sol yumruklarını havaya kaldırarak basın mensuplarına poz veriyor, destekçilerine ne kadar “duyarlı” olduklarının mesajını vermeye çalışıyorlar. Seçim atmosferi dağılınca bunları orada görmek mümkün olmuyor tabii.
Ama bu “istismar” sadece sahiplerinin basitliğini ortaya koymaktan başka bir anlama sahip değil. Polisiye önlemler almayı gerektirmiyor yani. İnsanlar kimin ne denli samimi olduğunu görebiliyorlar yeterince…
Ne yapmalı?
TBMM’de bütün siyasi partilerin temsilcilerinin katılımıyla bir komisyon oluşturulmalı ve “kayıp” ve “faili meçhul” iddialarını içeren dosyalar yeniden açılmalı. “Kayıp” ve “faili meçhul” cinayetlerin yoğunlaştığı 12 Eylül ve 90’lı yıllar devlet zihniyeti alenen mahkum edilmeli. Tespit edilen “failler”, yaşamıyor dahi olsalar, teşhir edilmeli.
Yeter ki öncelikle “Ne yapmalı?” sorusunu içtenlikle gündem yapalım.
29 Ağustos 2018
Yorumlar
Yorum Gönder