Cumartesi Anneleri için...

Cumartesi Anneleri’nin 700. Hafta buluşmasına polisin saldırısı damga vurdu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “bizzat” talimat vermiş ve polis de “gereğini” yapmıştı; Cumartesi Anneleri’nin simge isimlerinden Emine Ocak ve çok sayıda kişi ters kelepçe takılarak gözaltına alındı. Emine Ana’nın gözaltına alındığı ve arkadaşımız Hrant Dink’in oğlu Arat’ın gözaltına alınmak istendiği anların resimleriyle hatırlanacak 700. Hafta…
 
Neden peki? Ne olmuştu da yıllardır polis önlemleri eşliğinde sessizce gerçekleştirilen bir meşru hak eylemi Sayın Soylu’nun talimatıyla engellenmek istenmişti? Bunu anlamak, zor.
Öncesinde yapılan duyurular, çağrılar nedeniyle 700. Hafta sessiz oturma eyleminin her zamankinden daha kalabalık bir katılımla gerçekleşmesi bekleniyordu. Belli ki “rahatsızlık” yaratan, buydu. Bu durumda daha fazla polis görevlendirilir ve sonuçta da herhangi bir “polisiye” sıkıntı yaşanmadan, insanlar kayıp yakınları için çağrılarını yineler, sonra da “olağan” hayat devam ederdi.
Hatırlıyorum, 500. Haftada da her zamankinden daha fazla bir kitlesel katılım olmuştu ve herhangi bir olumsuzluk yaşanmamıştı. Neden yaşansın ki zaten?
Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturma eyleminin “özelliği”, her şeyden önce “sessiz” bir eylem olması. Slogan atılmıyor, alkış çalınmıyor, pankart açılmıyor. İnsanlar kayıpların resimlerini taşıyorlar ellerinde. Her hafta bir “kayıp”ın ne zaman ne şekilde “kaybedildiği” anlatılıyor ve yetkililere “kayıplarımızın akibeti açıklansın” çağrısı yapılıyor. 700. Haftada da olacak olan bu idi…
Keskin açıklamaları ve HDP yöneticilerini tehdit eden tutumlarıyla dikkat çeken Sayın Soylu’ya göre ortada bir “terör istismarı” var imiş ve artık buna izin vermeyeceklermiş. Soylu’nun açıklaması baştan sona talihsizlik, sorumsuzluk, demagoji; ama “Eminönü’nde dolaşırken mi kayboldular?” şeklindeki sözleri en talihsiz olanı… Çünkü o “kayıpların” çoğu “Eminönü’nde gezerken” değil ama evlerinden, işlerinden “Beyaz Toros” araçlara bindirilerek gözaltına alınmış ve bir daha kendilerinden haber alınamamış insanlar… Bazısı da gözaltında iken “kaybedilmiş” insanlar. İşkence edilerek öldürüldüğü halde “kafasını duvarlara vurarak intihar etti” denilen insanlar var bir de… Bunlar Soylu’nun bilmediği şeyler olabilir mi? Mesela başbakanlığı döneminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gözleri açık giden Berfu Ana ile yaptığı görüşmeden haberi olmalıdır ve Erdoğan’ın Berfu Ana nezdinde kayıp yakınlarına verdiği sözden…
Velev ki…
Velev ki Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturma eylemine katılan bir avuç insan içerisinde “terör örgütü” taraftarı, sempatizanı insanlar var. Bu neyi değiştirir? O eylemin dünyanın en barışçıl, en meşru hak eylemlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirir mi? Oradaki insanların her birinin ideolojik, siyasi tercihleri olabilir; ama eylemde herhangi bir örgütün propagandası mı yapılıyor? Buna her şeyden önce Cumartesi İnsanları izin vermezler ve vermiyorlar. O halde “istismar” bu işin neresinde? “Terör örgütleri” o acılı insanları nasıl “istismar” ediyorlar? Boş laf…
İlgili, yetkili, etkili makamlarda oturanların görevi, orada dile getirilen acılara ve sessiz çığlığa cevap vermek, talepleri ciddiyetle değerlendirmektir; demagoji yapmak değil…
Neden unutmuyorlar?
Bir de bazısı iyi niyetle “Aradan on yıllar geçmiş, bu insanlar neyin peşinde? Zaman aşımına uğramış ve kapanmış dosyalar hepsi. Devlet o dosyaları açmaz bir daha. Ne gerek var her hafta o acının tazelenmesine” şeklinde özetlenebilecek bir görüşü dillendirenler var.
İlk bakışta “mantıklı” geliyor insana. Ama, doğru, ahlaki ve vicdani değil. Evladını yitirmiş olmak zaten başlı başına büyük bir acı. Peki “kayıp” olması ne demek? Ya da işkence edilmiş cesedinin tenha bir yerde bulunmuş olması ve gözaltına alınmış olmasına rağmen faillerinin “meçhul” olması ne demek? Geride kalanlar bu acıyı nasıl unutacaklar? İlgili, yetkili ve etkili makam sahiplerinin ilgisizliğini, sorumsuzluğunu nasıl “normal” karşılayacaklar?
Aradan on yıllar geçmiş olması insanların acısının yanına bir de öfke koyuyor. Kimseler çıkıp çığlığınızı duymuyorsa öfkeleniyorsunuz. Ama unutmuyorsunuz. Unutamıyorsunuz. Kendinizi iyi ya da “normal” hissedemiyorsunuz…
Kaldı ki bazı yurttaşlarının “kayıp” olduğu bir ülke ve toplum “normal” olabilir mi? Olmuyor ve olamıyor işte…

Kendi adıma söyleyeyim… Her hafta birinin hikayesi okunan, resimleri taşınan, kimisi işkencede öldürülmüş ve “kaybedilmiş”, “faili meçhul”, kimisi bir Beyaz Toros’a bindirilip götürülmüş ve bir daha haber alınamamış o insanların içinde tanıdıklarım var, bir zamanlar aynı ülküleri paylaştığımız arkadaşlarım var. O insanların geride bıraktığı yakınlarının acısını paylaşmak, her şey bir yana, insani, vicdani bir sorumluluk… İnsan olanın sırtını çeviremeyeceği ve hayatını gayet “normal” bir şekilde sürdüremeyeceği bir sorumluluk…

Bu yüzden “Çok zaman geçti. Unutalım gitsin” demek göründüğü kadar “mantıklı” bir öneri veya beklenti değil.

Ülke ve toplum olarak “normal” olmak, “kayıp” ve “faili meçhul” vakalarının üzerini örtmek değil, bu utançla bütün boyutlarıyla yüzleşmeyi gerektiriyor çünkü…

İstismar

Cumartesi Anneleri’nin sessiz çığlıklarını “istismar” edenler yok mu? Var! Ama Süleyman Soylu’nun dediği şekilde değil… İsmi lazım değil bazı siyasiler (Sezgin Tanrıkulu, Hüda Kaya gibi bazı isimleri tenzih ediyorum), bazı siyaseten hesapları, beklentileri olan “sanatçı” payesi taşıyan isimler, özellikle seçim atmosferinin yaşandığı zamanlarda Galatasaray’da arz-ı endam ediyor ve gülerek, zafer işaretleri yaparak, sol yumruklarını havaya kaldırarak basın mensuplarına poz veriyor, destekçilerine ne kadar “duyarlı” olduklarının mesajını vermeye çalışıyorlar. Seçim atmosferi dağılınca bunları orada görmek mümkün olmuyor tabii.

Ama bu “istismar” sadece sahiplerinin basitliğini ortaya koymaktan başka bir anlama sahip değil. Polisiye önlemler almayı gerektirmiyor yani. İnsanlar kimin ne denli samimi olduğunu görebiliyorlar yeterince…

Ne yapmalı?

TBMM’de bütün siyasi partilerin temsilcilerinin katılımıyla bir komisyon oluşturulmalı ve “kayıp” ve “faili meçhul” iddialarını içeren dosyalar yeniden açılmalı. “Kayıp” ve “faili meçhul” cinayetlerin yoğunlaştığı 12 Eylül ve 90’lı yıllar devlet zihniyeti alenen mahkum edilmeli. Tespit edilen “failler”, yaşamıyor dahi olsalar, teşhir edilmeli.
Yeter ki öncelikle “Ne yapmalı?” sorusunu içtenlikle gündem yapalım.

29 Ağustos 2018
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...