Ana içeriğe atla

Eylül demek, 12 Eylül demek...

Eylül geldi. Güz. Hazan mevsimi. Ve Eylül demek, on yıllardır, 12 Eylül demek...

Sadece binlerce 12 Eylül zulmüne doğrudan maruz kalmış insan için değil, ülke olarak "miladımız" bu tarih. Çünkü 12 Eylül 1980 günü, henüz tan ağarmamışken, bir "darbe" oldu bu ülkede. Darbecilerin "müdahale" demeyi tercih ettikleri, büyüklerimizin "ihtilal" dediği bir darbe...

Tez zamanda anladık: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olamayacaktı...

Kışladan "Sıkıyönetim Cezaevi"ne dönüştürülmüş bir hapishanedeydim darbe olduğunda. Davutpaşa Askeri Cezaevi'nde. Osmanlı'dan kalma köhne ve büyük bir yapıydı. Sonradan bir üniversitenin kampusu oldu. Henüz Metris açılmamıştı. Tecrit koğuşlarındaydık. Henüz tan ağarmamıştı ve memleketin dört bir yanında tanklar harekete geçmiş, ülkenin "kaderini" ellerine almışlardı. Nicedir hapishanede yatıp kalkan cezaevi müdürü Binbaşı Adnan Özbey, bu "müjdeli" haberi bizimle paylaşmak için sabah sayımı saatini bekleyememişti. Önce "Vatan hainleri! Komünistler! Kalkın! Ordu yönetime el koydu! Bundan sonra anayasa da babayasa da biziz!" anonsları yaptı ve hemen ardından yanında yardımcısı Yüzbaşı Emin ile karşımıza dikildi, aynı anonsu yineledi. Çıkmadan da ekledi keyifle; "Herkes gece gündüz elbiseleriyle yatsın. Her an herhangi birinizi alabiliriz!" Aldılar da. İşkenceli sorguya alınan arkadaşlarımızdan biri, yanımızdaki hücrede kendisini asarak hayatına son verdi. Bir arkadaşımız pencere kenarında duruyor diye nöbetçi askerin kurşunlarına hedef oldu. Adnan ve işkenceci subay ve polisler izleyen günlerde beni de aldılar... "Demeyin Anama, İçerideyim" (İletişim Yayınları, 2017) kitabımda anlattım o günleri.

Evet; hiçbir şey "eskisi" gibi olmayacaktı artık ve olmadı. "Eskisi" kuşkusuz özlenen bir tarih kesiti değil ülkemizin, ama sonrası "böyle" olmamalıydı. Hiç değilse sonrası... 12 Eylül acıları yeni bir sayfa açmamızın gerekçesi olsaydı... Değil mi ki herkes 12 Eylül'e karşı... Herkesin karşı olduğu 12 Eylül gerçekleriyle ne gereğince yüzleştik, ne gereğince hesaplaştık ve ne de 12 Eylül düzenini aşabildik... Yamalı bohçaya dönse de hala 12 Eylül anayasası ile yönetilen bir ülkeyiz...

12 Eylül yargılaması bile olayın ciddiyeti ile alakasız bir şekilde gerçekleşti. 12 Eylül cuntasının yaşayan iki ferdi, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, bir kez bile mahkeme salonuna gelip sanık sandalyesine oturtulmadan "yargılandılar" terk-i diyar edene değin. Sonrasında dosya kapatıldı. Böyle mi olmalıydı?

Klişe bir cümle olacak ama gerçek de bu: 12 Eylül darbesi ile "gereğince" hesaplaşılsaydı, 28 Şubat, 27 Nisan ve 15 Temmuz olur muydu?

12 Eylül'ün 38. yıldönümünde, o yıllara dair tanıklığımı kayda geçirdiğim kitabım için bir imza ve söyleşi etkinliği düzenledik. Hafta içi bir güne (Çarşamba) denk geliyordu ama 12 Eylül'ün yıldönümü de o gündü. Bir derneğin toplantı salonunda bir araya geldik. İnsanların muhtemelen "daha mühim" işleri vardı, bir avuç insan olarak "biz bize" idik. Ve hem Cafer Solgun ne söyleyecekti ki? Ne önemi vardı? 12 Eylül ise 12 Eylül, 38 koca sene geçmişti üzerinden. Artık unutsak daha iyi olmaz mıydı? Ve hem "unutmamamız" gereken yeni darbelerimiz vardı...

Söyleşiye gelen arkadaşlarıma söylediğim son cümle şu oldu: "3-5 kişi de kalsak, her 12 Eylül'de bir araya gelmek ve 12 Eylül'e dair sözümüzü söylemek, 12 Eylül'ü hatırlamak zorundayız. 12 Eylül'ü sadece acı bir hatıra olarak maziye gömeceğimiz zamanlara inancımızı korumak, canlı tutmak için..."

Bir köşede beni dinleyenlerden biri de kızımdı. Eline kalem kağıt vermiştim oyalansın sıkılmasın diye. Anlattıklarımdan bir şey anlamadı doğal olarak. Sonrasında evimize gitmek için metroya doğru yürürken, "Çok kalabalık değildi toplantın" dedi. "Evet" diye yanıtladım onu, "insanların daha mühim işleri vardır, ondan."

Kuzum bu cevabımı düşünmüş demek, kafasında evirip çevirmiş. Eve geldikten sonra, uyumaya hazırlanırken, "Ama baba" dedi, "Senin anlattıkların da mühimdi, değil mi?"

"Hadi uyuyalım kızım" dedim, konuyu değiştirerek...

Eylül demek, 12 Eylül demek... Takvimler "romantizm mevsimi" dese de...

16 Eylül 2018
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...