...Ve Hüseyin atından düşerdi her defasında

Uzun kış geceleri, idare lambasının cılız ışığı altında, nar gibi kızarmış odun sobasının çevresinde toplaşmış olurduk. Akşam yemeğinin ardından babam evimizin gözdesi transistorlu radyodan “ajansları” da dinledikten sonra, sohbet zamanıydı. Dersim’e dair hikayeler, masallar, meseller… Ve bazen de annem tahta sandığın diplerinde sakladığı bir kitabı çıkarır koyardı önüme, “oku” diyerek. Daha önce kaldığım yerden devam ederdim bazen, bazen de gelişigüzel bir yerinden başlardım okumaya. Kerbela’yı hikaye eden bir kitaptı bu…

Ben okudukça annem duvarda asılı Hz. Ali resmine dalar giderdi başını tarif edilemez bir acıyla, hüzünle iki yana sallayıp göğsünü döverek. Kürtçe dualar ederek eşlik ederdi bana.
Ben, her defasında aynı heyecanla ve her defasında sesim titreyerek, nefesim boğazımda düğümlenmiş olarak okumaya devam ederdim… Bir şey olacaktı sanki, bu sefer bir şey olacaktı ve Kerbela’da İmam Hüseyin ve ailesini, yoldaşlarını kuşatanlar taş kesecekti mesela, elleri kolları tutulacaktı, bir şey olacaktı ve her şey bir başka yaşanacaktı Kerbela’da…
Ne çare; her defasında, o uğursuz Kerbela gününde, İmam Hüseyin’in ağabeyi İmam Hasan’ın oğulları, İmam Hüseyin’in amcaları, torunları ölürlerdi birer birer… İmam’ın oğlu Ali Ekber ölürdü… Kasım ölürdü… Kardeşi fedakâr cengâver Abbas ölürdü… Ve her defasında İmam Hüseyin, kucağındaki 6 aylık oğlu, gözbebeği Ali Asgar için bir damla su isterdi Yezid’in gözünü kan ve katliam bürümüş askerlerinden ve her defasında, Ali Asgar, babasının kucağında boynundan okla vurularak verirdi son nefesini…
Her defasında tarih 10 Ekim 680 olurdu (10 Muharrem 61)… Tarih ve insanlık Kerbela’da soluk alıp verirdi… Her defasında şeref ve adaletin kılıcı İmam Hüseyin, bir bir ölen yoldaşlarını şahadet çadırına taşırdı. O, her defasında “Yazıklar olsun size ey Ebu Süfyan soyunun yandaşları!” diye haykırır ve  “Dininiz yoksa ve ahiret azabından korkmuyorsanız, dünyanızda mert ve hür tıynetli olun bari! Sizin savaşınız benimle; kadınlarla çocuklardan ne istiyorsunuz?” derdi…
Her defasında İmam Hüseyin, kılıcını kuşanır, atına biner ve o katil güruhunu teslim olmaya davet ederdi…
Her defasında O’nun karşısına çıkmaktan, gözlerine bakmaktan korkan o kalleş ordu dört bir yandan İmam’ın üzerine oklar, mızraklar yağdırırdı… Hüseyin, atından düşerdi her defasında… Gök kubbe başımıza inerdi…
Her defasında Hz. Muhammed’in öpmeye, dokunmaya kıyamadığı aziz başını keserlerdi O’nun, giysilerini parçalar, aziz bedenini atlarıyla çiğner, kesilmiş başıyla top gibi oynarlardı…
Ve her defasında annemin yüreği parçalanır, gözyaşlarına boğulurduk hepimiz… O anda ne solculuk, ne devrim ve ne de bir başka şey… “Ya İmam Hüseyin” diye başlayan feryatları annemin, hayatımın bütün zorlu dönemlerinde kulaklarımda çınlamıştır… Ninemin dualarını, yakarışlarını anlatmaya ise hiçbir söz yetmez…
Direncimizin büyük ‘sırrı’
Hüseyin, zulme biat etmektense en kahredici ölümler göğüslemenin, haksızlığa boyun eğmektense onuruyla başkaldırmanın, saflığın, güzel ahlakın, hakikatin, adaletin, inanan insanın büyüklüğünün sembolüydü bizim için…
Ve O’nun için dökülen gözyaşları, evet, bir büyük acı içindir, evet, bir büyük isyan duygusunun çağlamasıdır, evet, ama asla Hüseyin’in çaresizliğine duyulan üzüntüden değildir… O’nun için dökülen gözyaşları, O’nun ruhuyla bütünleşmek, O’nu anlamak, hissetmek ve O’nun himmetinden, inancından, direncinden ilham almak içindir… Kerbela için dökülen her damla gözyaşı, bu büyük zulmü Zeynep olup anlamak ve anlatmak sözüdür…
Kerbela ve Hüseyin, “bizim” inancımızın, direncimizin büyük “sırrı” ve esin kaynağıdır. Alevileri anlamak isteyen öncelikle Kerbela’yı ve Hüseyin’i anlamak zorundadır…
Alevi tartışmalarında Kerbela vahşeti ve Hz. Hüseyin’in ölümün üzerine üzerine yürüyen kararlılığı, genellikle gözden kaçırılıyor. Oysa bunlar Alevi inancının merkezinde duran olgulardır.
Ve gözden kaçırılmaması, unutulmaması gereken bir başka olgu da, Kerbela’nın sadece uzak bir “geçmiş” olmadığıdır… Konunun “inanç” boyutunu akılda tutarak vurgulanması gerekir ki, Aleviler tarihleri boyunca bu acıyı canlı tutan birçok acı olay yaşamış, baskı ve katliamlara uğramışlardır. Yaşamlarını sürdürebilmeleri adeta Kerbela çizgisinde bir sırat köprüsü üzerinde yürümeleriyle mümkün olmuştur. Kaygı ve korkularının, tedirginliklerinin çeşitli biçimlerde istismar edilmesi, “derin” konseptlerde “figüran” olmaları dışında akla dahi gelmemeleri ise, deyim yerindeyse, “cabası”dır…
Kendini merkeze koyup Alevileri inanç ve ibadet biçimlerini sorgulamak, bu aralar çok “cazip” bir tartışma konusu haline geldi.
Oysa asıl mesele ve ihtiyacımız olan, “çok” veya “çoğunluk” olmanın cazibesine kapılmadan, anlamaktır. Anlamak ve her insanın kendi inancını bildiği şekilde yaşamasına saygı göstermek… Bunu kimse kimseye “çok” görmediğimiz zaman, son olarak Malatya’da ortaya çıkan türden provokatörler, peşlerine takacakları üç kişi dahi bulamayacaklardır.
20 Ağustos 2012
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...