Babamın öldüğü yaşta...

Babam 56 yaşında öldü. Ve ben 56 yaşımdayım...


Yıllarca tuhaf bir ruh haliyle, sanırım babamı erken ve hasret yüklü olarak yitirmiş olmanın etkisiyle, "Babamın öldüğü yaşta öleceğim ben de" diye düşündüm. Düşünmek ne kelime, bunu ciddi ciddi bir "saplantı" haline getirmiştim. Babamın öldüğü yaştayım ve yaşıyorum...
Bazen eski mahpus arkadaşlarımla karşılaşıp gelmiş geçmişe dair sohbet ettiğimizde, "Fazla bile yaşıyoruz" deriz birbirimize. Erken ve "en genç" gidenlerimizi, hafızalarımızda "hep genç" kalacak olanlarımızı anarız...


Gerçekten de 20'li, 30'lu yaşlarımızda 50'li yaşlara kadar yaşayacağımızı kaçımız düşünürdük ki? Çok uzak bir tarihti 50'li yaşlar bize...


"Ölüm" neden olanca ağırlığıyla eşlik ediyordu yaşadığımız hayatlara?
Bu soru, hayata yüklediğimiz anlamlara dair cevaplarımızda tereddüde yer vermeyen kararlılığımızla izah edilebilir belki. Sonuçta hayatı insanileştirmek olarak özetleyebileceğimiz bir "dava"nın bu denli "ölüm" ile birlikte anlam kazanması, düşündürücü bir gerçeğimiz oluyor.


İşkenceli sorgularda ölebilirdik, 12 Eylül zindanlarımızda ölebilirdik, 90'lı yılların işkencehanelerinde, mahpuslarında veya açlık grevlerinde... Bazılarımızın "kaderi", yaşamak oldu...


***
Acemisi olduğumuz bir hayata tutunmak çabasında zorlandık en çok. En azından kendi adıma söylemiş olayım bunu. Zira "bu hayatın" adamı olanlarımız da az değil. Nice inancımız gereği, ahlak ve terbiyemiz gereği uzak durduğumuz "kötülük" varsa, o kötülüklere pek "güzel" adapte olanlarımız da var yani. Para, pul, hesap, kitap, çıkar, menfaat ilişkilerinde kişiliklerini ve utanma duygularını, dünyanın aslında "üç günlük" olduğu duyarlılığını yitirenlerimiz...


Alışamadım. Alışamıyorum. Ve alışmayacağım da. Yuvarlama bir sözcükle "kötülük" olarak özetlediğim hayat ve insan hallerine...


Alışmayacağım da ne olacak?
Hayat düsturlarımdan biridir; Hiçbir şeye gücün yetmiyorsa, kendine yetebilir. Doğru bildiğin gibi yaşamaya yani...


Ağızdan çıktığı gibi kolay değil elbette. Zorlanıyorum demem de bundan zaten...


***
Neyse. Doğum günümdü geçen gün işte. Anamın dediğine göre bir "güz" vaktiymiş. Yıldan emin değil ama Kasım ayı galiba doğru. Seyit Rıza ve arkadaşlarının 14 Kasım'ı 15 Kasım'a bağlayan bir gece vakti, araba farlarıyla aydınlatılan Elazığ'daki Buğday Meydanı'nda asılarak öldürülmelerinden yıllar sonra doğmuşum. Aşağı yukarı aynı vakitlerde. Buna zorlama anlamlar yüklüyor değilim, tesadüf işte. Tesadüf olmayan, o "katliam artıkları"nın Dersim 38 gerçeğini asla unutmayacağını hesaba katmamalarıydı. Unutmayacağız. İnsan tarihini, köklerini, içerisinde şekillendiği hikayeyi unutarak yaşayamaz çünkü...


***
Çoğu sosyal medyadan olmak üzere çok sayıda "nice yıllara" mesajı aldım. "Sosyal medya çıktı mertlik bozuldu" denilebilir mi bilmiyorum ama ben de öyle yapıyorum arkadaşlarımın, tanıdıklarımın doğum günlerinde. Açıkçası, pek umursuyor gibi değildim, merkezinde babam olan anılarıma dalmıştım. Bu ara Dersim'e dair yeni bir kitap hazırlığım var zaten. "Babamın öldüğü yaştayım" duygusu hakimdi bana. Ama galiba "Bakalım kimler hatırlayacak?" türü bir beklentim de varmış. Çok da umursamıyor değilmişim yani. İnsanlık hali işte... Yine de, "Hatırlamayanların da canı sağolsun" demeyi ihmal etmeyelim... İçlerinde en çok 'doğum günümü kutlasın' beklentisi taşıdıklarım da dahil...


Babamın öldüğü yaştaydım ve yalnız kalmak istiyordum. Anılarımla baş başa. Oysa, zaten yalnızdım...


19 Kasım 2018



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...