Ana içeriğe atla

'Sırası mı yani?' demeden önce...


…Belediye başkanı tabii ki denetlenir. Seçimle oluşmuş Belediye Meclisine karşı sorumludur Ahlaken kendisini oraya oturtan seçmenlerine karşı sorumludur. Kendisini aday gösterip seçime sokan partisine karşı da sorumludur. Peki “komiserler” ne iştir?

Son yazılarıma gelen tepkiler içerisinde en çok karşılaştığım, “Nereden çıktı şimdi bu mevzu? Sırası mı yani?” sorusu oluyor. Sosyal medyanın yanı sıra, mail yolda, sokakta karşılaştığım insanlardan da duyuyorum bunu. Hatta bir süredir Galatasaray Meydanı yasaklandığı için İHD İstanbul Şubesi önünde toplanan Cumartesi Anneleri’nin sessiz, barışçıl eylemlerinden birinin sonrasında, bir arkadaşım, “Arkadaşız, hemşeriyiz, kendimi zor tutuyorum yazılarına tepki göstermemek için” bile dedi. Ben de “Kendini tutmana gerek yok, üslubuyla olduktan sonra eleştirirden rahatsız olmam” dedim. Sonrasında sohbet ettik biraz ve bu vesileyle gördüm ki, onun mevcut sol mantalite ve pratiklerden rahatsızlıkları benden hiç de az değil. “E, nedir benim yazılarımda seni rahatsız eden?” diye sordum elbette. Daha sonra buluşup sohbet etmek üzere sözleştik. Ama bu “Sırası mı?” sorusunun üzerinde durmam gerek…
Doğrudan söyleyeyim: Ne zaman “sırası” olabilecek, bilmiyorum doğrusu. Açık söylemek gerekirse uzun zaman ben de “Sırası değil” diye düşündüğümden sol mantalite ve pratikleri konusunda “yüzleşme” ihtiyacını erteleyip duruyordum. “Sırası değil” diye düşünüyordum çünkü sol (HDP ve PKK’yi de kast ediyorum), hep “baskı” altında, hep “mağdur” durumda. Ama bu arada hep yanlışlar yapmaya da devam ediyor. Ve bu yanlışlar “günlük pratik” kapsamında değerlendirilemeyecek ciddi ve temel yanlışlar. Çünkü iç yüzünde bir mantalite, bir anlayış ve bir “şekillenme” var. Bu yüzden “sıra” veya “zaman” ne zaman “uygun” olur, meçhul.
Kaldı ki, SSCB ve bir bütün olarak sosyalist blokun çöküşünü baz alarak söyleyecek olursak, aradan bu kadar zaman geçtiği halde hala hayatın mahkum ettiği anlayış ve pratiklerin sağlıklı bir değerlendirmesini, muhasebesini yapan da yok ortada. Hala o zihniyetin şekillendirdiği tavır, söylem ve pratikler hakim. Bunu kendini solda tarif eden istisnalar dışında hemen herkes için söylemek mümkün. Hem kendini “sol, sosyalist, komünist” (vb) olarak tanımlayacaksın ve hem de öncelikle bu iddianın gerektirdiği muhasebeyi yapmamış olacaksın… Bu, en hafif deyişle, son derece tutarsız ve sorumsuz bir tutum olsa gerek.
Öte yandan, bu muhasebeyi kaçınılmaz kılan gerçekler de var. En genel bağlamında solun neden bir “seçenek”, bir “alternatif” olarak herhangi bir cazibesi, çekiciliği yok toplumda? Bir zamanlar insanları heyecanlandıran sloganlar neden karşılık bulamıyor? Bu soruların kendini solda tarif etmeyenler için herhangi bir anlamı yok tabii ki. Ama bu iddiada olanların yatıp kalkıp bu sorulara kendini yenilemek amacıyla kafa yorması gerekmez mi?
Denilebilir ki bu sadece bizim ülkemizde değil dünya çapında yaşanan bir “kriz.” Doğru. Ama hiç değilse dünyanın başka ülkelerinde bu sorunlar tartışılıyor, araştırılıyor, yeni bir “sol” söylem geliştirme çabaları var, sol kapsamda değerlendirmek gereken sosyal demokrat seçenekler var, vb. Bu açıdan bakıldığında bizdeki “kriz” daha derin gibi görünüyor. Bizde bu sorunlara kafa yormak şöyle dursun, bunu yapmaya çalışanlara da hücum etmeye koşullanmış bir gerilik ve ilkellik hüküm sürüyor.
Sonuçta ben kişisel muhasebemi, yüzleşmemi yapıyorum. Bu yüzleşmenin sonuçlarını, çıkardığım dersleri paylaşıyorum, kimseyle “kavga” etmemeye özen göstererek. Kimseye akıl fikir vermek de haddim değil. Herkes her şeyi çok iyi biliyor nasıl olsa! Ama belki başkalarına da ilham verir. Buna ihtiyaç var.
***
Ben “siyasi komiser” anlayışı diye yazınca “HDP’li belediyeleri mi eleştireceksin?” diye soranlar olmuştu. Ben meseleyi daha genel bir bağlamda ele almak niyetindeydim. Ama evet, üzerinde durmaya değer bulduğum örneklerden biri de buydu. Okur “baskısına” taviz vererek tarihi deneyimleri bir yana bırakıp “sadede” gelelim bari…
Kaç seçimdir HDP, öncesinde BDP, bizim “oralarda” çok sayıda belediye başkanlığını kazandı. Beklenirdi ki bu belediyeler üzerinden bir “fark” yaratsınlar, bir “model” oluştursunlar, iddia ettikleri gibi “halk belediyeciliği” yapsınlar. “Fark” deyince 12 Eylül öncesinden Fatsa ve Terzi Fikri akla geliyor ve günümüzde belki de Türkiye’nin en yoksul belediyesini adeta “marka” haline getiren Ovacık Belediyesi ve Fatih Maçoğlu. Başka var mı?
Bu belediyelerin pratiği üzerinde durmak yazının kapsamını zorlar, o yüzden geçiyorum. (Zaten neredeyse hepsine kayyım atandı, içerideler, yargılanıyorlar ve önümüzde de seçimler var.) HDP’li belediyeler için “Temizlik işçisi Belediye Başkanını sorguladı, ceza verdi” şeklinde haberler çıkmıştı medyada, hatırlıyorsunuz değil mi? Konumuz tam da bu.
Belediye başkanı tabii ki denetlenir. Seçimle oluşmuş Belediye Meclisine karşı sorumludur her şeyden önce. Ahlaken kendisini oraya oturtan seçmenlerine karşı sorumludur. Tabii ki kendisini aday gösterip seçime sokan partisine karşı da sorumludur. Peki “komiserler” ne iştir? Tabii bu komiserler “zabıta komiseri” değil, gereğinde belediye başkanını koltuğundan edecek düzeyde “yetkili” siyasi komiserler…
Halka hesap vereceksin; çünkü seni seçmişler. Meclise hesap vereceksin; çünkü belediye çalışmalarını o meclisle birlikte yürütmek durumundasın. Partine de yeri geldiğinde hesap vereceksin; o partinin üyesisin. Mesela yolsuzluk yaparsan, söz verdiğin hizmetleri yapmazsan (vb) bu sistematik içerisinde hesap sorulması da meşrudur.
Peki “komiserler” neyin hesabını soruyorlar ve ne adına?
Bu soruyu cevabını bilmediğimden değil, okur da düşünsün diye soruyorum.
Bu “komiserler” vesayeti altında nasıl belediyecilik yapacaksın, bu da başka bir soru. Çünkü onların “gündemleri” ve öncelikleri farklı. Onların “belediyecilik” diye bir sorunları ve sorumlulukları yok. Talimatlandırıldıkları rollerini oynuyorlar; kimler işe alınacak, kimler işten atılacak, kimler hangi göreve gelecek, hangi ihaleyi kim alacak ve “partinin” payı ne olacak vb. (Aslında “paralel” bir belediyecilik de denilebilir yaptıklarına.) Belediye dediğin, “komiser” mantığına göre “devrimin bir mevzisidir”, sadece “belediye” değildir yani… Oysa “belediye”, belediyedir. Belediyecilik yapmaktır. Ve bu, önemli de bir iştir. Doğrudan halkla temas edilen bir alandır. İyi belediyecilik yaparsan bunun siyasete yansımaları da aynı ölçüde iyi ve olumlu olur. Kötü yaparsan, bunun da siyaseten sonuçları olur. O yüzden ciddiye almak durumundasın…
Tekrar vurgulamakta fayda var: Benim burada tartıştığım “belediyecilik” değil, o da tartışılır başka bir bağlamda, benim tartıştığım, üzerinde durduğum, bu pratiğin içerisinde şekillendiği biraz Leninist çokça da Stalinist zihniyet. Bir özgünlüğü yok. İflas etmiş bir anlayışın karikatürü… Belediyelerin başına seçmen nezdinde sorumsuz, siyaseten ise sınırsız sorumlu “komiserler” atamanın başka bir anlamı olabilir mi?
***
Sol ve yüzleşme konusu mahpushane yıllarımdan beri kafamı meşgul eden bir konuydu. Ama bu konuyu daha büyük bir ciddiyetle gündemime sokan, eskilerden bir arkadaşım olmuştu. Bana İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve ondan daha ileri, gelişmiş bir metin olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hakkında düşüncemi sormuştu. Ben iyi, olumlu bulduğuma dair bir cevap verdikten sonra beni o gün bugündür düşündüren şu cümleyi sarfetmişti: “Ben, bu sözleşmelerin felsefesinden daha ileri bir hayat vaat etmediği müddetçe solcu filan değilim!”
Siz ne dersiniz? Slogan atmadan düşünmeye değer bir soru mudur bu?
“Sen ne diyorsun önce sen söyle” diyenler gelecek yazıyı bekleyecek…
24 Aralık 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...