Ana içeriğe atla

Dersim... Yorgun ve hüzünlü...


Yıllar önce Dersim'e birlikte geldiğimiz Türkmen Alevisi bir arkadaşım, Düzgün Baba yolunda "Burada kendimi çok hissediyorum" demişti...
Her nasıl olmuşsa Dersim üzerine yaptığı bir araştırma vesilesiyle Türkiye'ye gelen genç bir Danimarkalı akademisyen arkadaşım da Dersim'e ilk geldiğinde benzer bir cümle ile ifade etmişti duygularını; "Burası çok farklı, insanıyla, doğasıyla. Burada kendimi rahat ve iyi hissediyorum."
Özellikle Dersim'i ilk kez gören, bazılarının ilk kez görmelerine hasbelkader vesile olduğum birçok arkadaşımdan da benzer sözler duymuşluğum var.
Öyledir. İyi hissedersiniz kendinizi Dersim'de. Rahat hissedersiniz. Özgür hissedersiniz. Eğer  kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz yeşil tepelerin her birinin üzerine konuşlanmış "kalekolları", "kulekolları" görmezden gelirseniz... Şehre girerken ve çıkarken yapılan güvenlik kontrolleri ve attığınız her adımda görebileceğiniz ağır silahlarla donatılmış asker, polis, özel tim zırhlı araçlarını, devriyelerini önemsemezseniz... Ve eğer sizi güler yüzle karşılayan, halinizi, hatırınızı soran sıcakkanlı insanlara biraz daha yakından bakmaz ve gözlerine, bakışlarına yer etmiş hüznü fark etmezseniz...
Güzel memlekettir. Kimsenin kimseyle ne inancı, ne yaşam tarzı, ne değerleri bakımından bir derdi, şikayeti vardır...
"Yeryüzündeki cennet" misalidir. Dağları, ormanları, suları, Munzur'u...
Ama işte bir o kadar da dertli bir memlekettir. Çilekeştir. Hüzünlüdür. Yorgundur...
Sözcüğün en gerçek ve geniş manasında devletle başı dertte olmaktan; kimliği, inancı, değerleri tanınmıyor olmaktan; kendi toprağında, kendi, yurdunda "kontrol" ve "gözetim" altında yaşıyor olmaktan; işkence, eziyet görmekten; mahpus olmaktan... Yorgun.
Memlekete her gidişimde bu hüznü, bu yorgunluğu her defasında daha çok görüyor, hissediyorum; buram buram...
Her kentin kendine özgü bir heyecanı, havası ve insana hissettirdikleri vardır. Dersim'e gitmek eskimeyen, sıradanlaşmayan bir heyecan benim için hala ve hep de öyle olacak. Ama ya Dersim'in heyecanı? Umudu? Geleceğe güven duygusu?
Oysa suların kenarı piknikçilerle doludur, çoluk çocuk. İçkili mekanlardan içli türküler, klamlar yükselmektedir. Munzur'da, Xarçik'te, Marçik'te sulara dalıp çıkan, yüzen insanlar vardır. Esnaf kalabalıktan memnun gibidir. Belediye'ye rahatça girip çıkabilir ve hatta Başkan'la resim bile çektirebilirsiniz. Ziyaretler de kalabalıktır; dua eden insanlar, kurban kesenler, lokma dağıtanlar, dilek dileyenler... Dilenen insanlar bir de... Neresinden baksanız, "yaşayan", kendi halinde güzel bir kent görünümündedir... Ama işte "turist" gibi baktığınızda göremeyeceğiniz, anlayamayacağınız, fark edemeyeceğiniz ve hissedemeyeceğiniz bir hüznü de vardır. Yorgundur. Çok yorgun...
Benim memleketimde "uyuşturucu" sorunu var. Yıllar önce sayısı bir elin parmakları kadar bile olmayan "tinerci" çocuklar vardı; şimdi sayılamıyor uyuşturucu bağımlısı gençlerimiz. Sorsan, aklı başında insanlarımızın her biri devleti suçluyor; en azından önlem almadığı için, evet, muhtemelen öyledir. "Yeter ki dağa çıkmasınlar, kendilerini böyle tüketsinler" diye bir "devlet aklı"nın yabancısı değiliz ne de olsa... Sorulduğunda devleti işaret edenler ne yapıyor peki? Uyuşturucu bizim inancımıza, ahlakımıza, solculuğumuza, her şeyimize ters değil mi? Maalesef "yüksek siyaset" yapmaktan sıra bu tür "basit" sosyal meselelere gelmiyor bir türlü. Şikayet etmek ise hiçbir şeyin çaresi, çözümü değil. Gençlerimiz, insanlarımız neden boşlukta?
Adli suçlar bakımından yurdun "örnek" gösterilecek yerlerinden idi benim memleketim. Hırsızlık, arsızlık, "töre" cinayeti, intihar, gasp... görülmezdi bizim oralarda. Oysa nicedir "adli", mesela hırsızlık saikiyle işlenen cinayetler oluyor bizim memleketimizde. İntihar olayları oluyor. Gencecik insanlarımız canlarına kıydı. Ne oluyor, ne oluyoruz diye irkildik haklı olarak... Ne oluyor? Ne oluyoruz?
Yıllar önce idi; hasretle koşarcasına, uçarcasına memlekete geldiğim ilk yıllar, Ovacık yolu üzerinde, Munzur vadisi boyunca bir grup arkadaşla birlikte yürürken, 15-16 yaşlarında bir delikanlı ile karşılaşmıştık. Kolları jilet kesikleriyle doluydu. İntihar etmek istiyormuş. Şok oldum. Oğlum sen kaç yaşındasın, ne oldu, ne yaşadın da bıktın yaşamaktan? "Niye yaşayayım ki?" oldu cevabı. Nasihat ettik. Birkaç kuruş para sıkıştırdık cebine. Aklımız onda kaldı. "Niye yaşıyorum ki?" Bu yaşta bu sorunun ağırlığı altında eziliyor olmak...
***
Dersim dışında yaşıyor olanlarımızda, ben de dahil, anlaşılır bir Dersim romantizmi vardır; buram buram hasret... En çok da Avrupa'yı yurt edinmiş olanlarımızda. Ama işte, kızmaca yok, memleketimizin bir de böyle düşündürücü gerçekleri var...
Senenin belli zamanlarında, tabii ki özellikle de yazın, hele ki festival de varsa, tatilini, hiç değilse tatilinin bir kısmını memleketinde geçirmek, kesinlikle çok güzel bir geleneği oldu gurbetteki insanlarımızın. Parası pulu olan yazlık niyetine ev de yaptırdı köyünde ya da merkezde. Bu da güzel bir şey. Dersimli oluşunu kısıtlı bir süre için bile olsa doyasıya yaşamak, kendini "çok" hissetmek, "iyi" ve "rahat" hissetmek, güzel şeyler... Fakat birçok insanımızın da memlekete gelince kendisini "turist" yerine koyduğunu gözlemliyorum. Tıpkı bazı esnaflarımızın da onları o gözle görmesi gibi... (Ah sevgili piknikçiler, keyifçiler... O çok sevdiğimiz Munzur'un kıyısını adeta çöplüğe çevirmesek bir de...)
Dersim "turist" olduğumuz bir yer değil oysa, memleketimizdir, yurdumuzdur, tarihimiz, hikayemiz, köklerimizdir. Acısını acımız, sevincini mutluluğumuz saymamız gerekendir. Onu bir "yurt" gibi yaşamak borcumuz var... Bunu sıkça birbirimize hatırlatmamız gerek galiba...
Dedim ya, kızmaca yok...
***
"Biz büyüdük ve kirlendi dünya" dediği gibi şairin, kaçınılmaz bir realite midir bu gidişat ve bana düşündürdükleri; günlerdir bunu düşünüyorum...
Memlekete her gidişimde daha bir yorgun görüyorum Dersim'i, daha bir hüzünlü. Ve aynı yorgunluk, aynı hüzün benim de içime çörekleniyor. Ölenlerimiz var, ondan mıdır acaba; "içeride" olanlarımız var, hala "içeride" olanlarımız, yıllardır; ölen çocuklarımız... "Büyüdük", yaşlandık, yaşlanıyoruz ve yaşlandıkça büyüklerimizden miras hüzünlerin ağırlığını taşıyamaz mı oluyor omuzlarımız, ondan mı, yorgunuz...
"Dersim... Benim şövalye ülkem..."dediğince şairin, övündüğümüz bir direncimiz, inadımız, her şeye rağmen "Dersimli" olmaklığımız vardı bizim... O duyguyu canlandırmaya ihtiyacımız var... Çünkü bu hüzün, bu yorgunluk, anlaşılır, ama hayra alamet değil.
Jar û diyar Dersim'i eksik etmeyelim yüreklerimizden ve doğru yaşayalım, doğru ve içtenlikle... Her nerede, her ne yaşıyor isek...
23 Ağustos 2019
Resim: 2003, Düzgün Baba
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...