'Senin bıyıkların daha güzel, hem senin sakalların var onun yok'

Kuzumla son Dersim ziyaretimizin notlarına devam edeyim... Tabii önemli şeyleri yazıyorum, her şeyi birebir yansıtmak kolay değil, söz konusu olan "Dersim" ve sana hissettirdikleri olunca...

Pertek'te çok oyalanmadık. Daha önce olsa tanıdığım belediye başkanından "Gelmişsin, bir çayımı içmeden gitmişsin" serzenişine neden olmamak için Belediye'ye uğrardım. Şimdiki belediye başkanını tanımıyorum, bir gün tanışırız elbet. Arada Kenan Başkan'a selam etmiş olayım. Bir sigara içimi bekledikten sonra minibüse bindik ve bizi yolculamaya gelen kardeşimle dönüşte Elazığ'da görüşmek üzere sözleştik.

Pertek-Merkez yolunu yaptıklarını duymuştum. Güzel olmuş. Darısı diğer ilçe yollarının başına... Öncesinde olduğu gibi Zerya'nın elinden fotoğraf makinesi düşmedi. Fotoğraf makinesini yanımıza almayı da o istemişti zaten. Dersim'de boynunda asılı oldu hep. Şimdiden gazeteciliğe özeniyor, gazeteciler fotoğraf çeker ya. Aksilik, makinenin hafıza kartının yuvası bozuktu (yapamadım bir türlü, ihmalkarlık...), o yüzden sınırlı sayıda çekip kaydedebiliyor. Sonrasında cep telefonumdan resimler çekmeye devam etti. Arada video da çekti tabii. Doğa ile çok ilgili. "Aa, ne güzel ağaç! Çok değişik" diye yol boyunca gördüğü ağaçları, dağları, tepeleri gösterip durdu bana.
Ben yol boyunca nerede, hangi arkadaşın evinde kalırız diye düşünüyordum. "Uygun musunuz" diye gelişimizi haber ettiğim arkadaşlar, sağolsunlar, "Ne demek... Başımız üstüne" demişlerdi. Şehre girişte kimlik kontrolü için durduk, ama bu kez minübüsün içine göz atmakla yetindi görevli polisler, "devam edin."
Golê çetu... eski zamanlardan farklı bir görünüme bürünmüş, bir park alanı yapmışlar, Munzur ise orada artık bir "göl" olmuş, orada baraj su tutmaya başladığında kıyıda oturup gözyaşı döken yaşlılarımızı hatırladım.
'Baş başa kalalım baba'
İndik, meşhur "palavra" meydanımıza yakın bir yerde. İki adet sırt çantamız ve bir de içinde su ve atıştırmalık yiyeceklerin olduğu küçük bir torbamız var. Çantaları sırtlanmadan önce, "Baba" dedi Zerya, "otelde kalalım." Yine birilerinin evinde kalacağımızı biliyordu. "Neden ki kızım?" dedim. "Baş başa kalalım biraz" diye cevapladı beni...
Haklıydı. Bir haftadır buralardaydık ve hep kalabalık ortamlarda idik. Dilediğince takılamamıştı bana, oynayamamış, oynaşamamıştık, uyumadan önce "boğuşamamış" ve sohbet de edememiştik doğru dürüst. Kuzumun öteden beri en çok sevdiği şeyler bunlar. Uyumadan önce "boğuşmamız" lazım biraz; "boğuşmak" dediği de, beni gıdıklamak. Tabii ben de onu gıdıklıyorum. "Yeter" diye pes edene değin. Sonrasında sohbet ediyoruz. Okuldan, arkadaşlarından, o gün neler yaptığımızdan, yarın neler yapacağımızdan... Yarın deyince, "plan yapalım baba" diyor, yapıyoruz ve o plana da uyuyoruz mümkün olabildiğince. Plana uymayınca "Ama biz plan yapmıştık?" diye itiraz ediyor. Söz önemli kuzum için. Söz verince tutmak gerek. Bunu biliyor. Benden yapmamızı çok istediği bir şey istediğinde, "Söz mü?" diyerek söz alıyor mutlaka. Yapamayacağım bir şey ise söz vermiyorum. Söz verince sözümü tutacağımı biliyor. Tabii bu onun için de geçerli. Verdiği sözü tutuyor. Tutamadığında üzülüyor ciddi ciddi, ben yatıştırmak durumunda kalıyorum...
Dersim'e yoğun ilgi var. Kalabalık. Ay sonundaki (temmuz) festivale daha yoğun bir ilgi bekleniyor. İki sene üst üste son dakikada iptal edilince bu seneki festival daha büyük bir önem kazandı. Festival günlerinde şehrin nüfusu birkaç kat artıyor. Dört bir yandan Dersimliler akın ediyorlar memleketlerine ve Dersim dostları da. Bu seneki festivalin diğer bir özelliği, "komünist başkan" döneminde yapılacak olması. Fatih Maçoğlu'na yurdun her tarafından yoğun bir ilgi var. Sırf onun elini sıkmak, iki çift laf etmek ve fotoğraf çektirmek için binlerce insan gelecek Dersim'e, bugünden belli. Ama benim gibi festival kalabalığından önce memleketlerine gelmeyi tercih eden Dersimliler de az değil. Memleket esnafı yaz zamanı belini doğrultabiliyor biraz. Memleket kendi olağan haline geri dönene değin...
Mahpustan ilk çıktığım zaman çok merak ediyordum, memleketin şenlikli, kalabalık halini. Gördüm. Hoşuma gitti elbet. Fakat izleyen yıllarda sıtkım sıyrıldı biraz doğrusu. Özellikle Munzur kenarlarını çöplüğe dönmüş görmek çok zoruma gidiyordu. Biraz da bu nedenle bir panel filan için çağrılmamışsam, festival günlerinden önce veya sonra gelmeyi tercih ediyorum memlekete.
"Peki kızım" dedim ve memleketin yıldızlı yegane otelinin yolunu tuttuk. Çok değil, 10 sene kadar önce iki kendi halinde oteli vardı memleketin, Demir ve Has Otel. Has otelin sahibi arkadaşım, Murat. Yıldızlı otelde (Şaroğlu) kalacağım zaman Murat'a görünmemeye azami dikkat ediyorum, kendimi "suçlu" ve mahcup hissediyorum. Ama kızım yanımda ve doğru dürüst bir yerde vakit geçirsin istiyorum...
Korktuğum başıma geldi; resepsiyondaki görevli değişmiş, genç bir kız ve "oda yok" dedi. Çok hazzettiğim bir şey değildir "Benim kim olduğumu biliyor musun?" dercesine bir tavır takınmak, ama yani kızım yanımda, adımı söyledim ve "Valla bulacaksınız bir oda" diye ısrar ettim. Yönetici bir arkadaş geldi ve bir oda ayarladı, sağolsun. Orada oda ayarlanmasını beklerken telefonla oda isteyen birçok kişiye "bir ay boyunca hiç odamız yok" dediklerine tanık oldum. Bu arada kuzumdan ücret almadılar, "Misafirimiz o" diyerek. Normalde 6 yaşından büyük çocuklar için ücret alıyorlar tabii, benimki 8 yaşında ama "misafir" deyince hoşuna gitti.
Oteldeki birkaç günümüz keyifli geçti. Cebimdeki paranın hesabını yapmayı bıraktım. Onun keyfi, mutluluğu para ile ölçülecek bir şey değil çünkü...
Odada oyuncaklarını çıkardı dizdi, benimkiler de dahil giysilerimizi çıkardı dolaba yerleştirdi, sanki oraya yerleşmişiz gibi bir neşe ile... Televizyonu karıştırdı. Duş yaptık. Yatakta zıpladı. Penceremizden görünen Munzur manzarasının resimlerini çekti. Nice ısrar ettiysem de öğlen ve akşam yemeğimizi otelin restoranında yemeyi tercih etti. Şehre çıkmak babasının başkalarıyla buluşması demekti, kendince "önlem" aldı... Yine de akşama doğru çıktık dolaşmaya.
Fotoğraf makinesi boynunda, Seyit Rıza meydanında, Palavra meydanında resimler çekti. İncik boncuk stantlarının her birinin önünde durdu, birkaç şey aldı, annesine hediye almayı da ihmal etmedi.
Maçoğlu'nun bıyıkları
Belediye binasına uğradık. Fatih Maçoğlu ile röportaj yapacaktım. Gününü, saatini kararlaştırmak için. Belediyedeki görevli özellikle kadın arkadaşların "gözdesi" oldu hemen tabii. Röportaj için gün, saat kararlaştırdık. Başkanın makam odasının önü kalabalıktı. "Fotoğraf çektireceğiz sadece, iki dakika" diye ısrar eden, çoğu Dersim dışından gelmiş insanlar. Görevliler "Her gün saat 14 ile 16 arası halkın ziyaretine açık, şu anda toplantıda" filan diye lisan-ı münasiple insanlara kırmadan bilgi vermeye gayret ediyorlardı. Fakat maalesef çoğu açıkçası bencil bir tutum içindeydi; "Ne demek ya! İki dakika resim çektireceğiz! Hayatta kabul etmem, bunun için geldim Tunceli'ye!"
Gürültüler üzerine Maçoğlu odasından çıktı ve ilan edilen saatlerin dışında olmasına rağmen insanlarla fotoğraf çektirdi. Arada selamlaştık ve Zerya da resim çektirdi. "En büyük sorunumuz bu" dedi görevli arkadaşlar, "Kimse kırılmasın istiyoruz ama ne zaman çalışacağız, iş yapacağız biz?"
Kolaylıklar diledim. Ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık oradan.
"Kızım, gördün değil mi bizim başkanın ne kadar gür bıyıkları var?" dedim Zerya'ya.
"Senin bıyıkların daha güzel. Hem senin sakalların da var, onun yok!" diye yanıtladı beni.

***
Çok uzadı, değil mi?
Dilerseniz devam edeceğim...
3 Ağustos 2019
 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...