Ana içeriğe atla

12 Eylül... 40 yıl oldu...

12 Eylül askeri faşist darbesinin 40. Yıldönümündeyiz. Tam 40 yıl oldu ve 12 Eylül darbesinin anlam ve sonuçlarıyla, kurumlarıyla ülke ve toplum olarak hala tam manasıyla yüzleşmemiş olmanın sıkıntılarını yaşıyoruz.

Bu yüzdendir ki 12 Eylül hala hayatlarımızda, hafızalarımızda kanlı bir “milat” olarak varlığını sürdürüyor.

Yüz binlerce insan gözaltına alındı, işkence gördü, öldürüldü, hapse atıldı, haksız yere yıllarca mahpus kaldı, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında hayatlarını yitirenler oldu, “Bir sağdan bir soldan” denilerek 50 kişi idam edilerek öldürüldü. 

Ama 12 Eylül, sadece yarattığı bu kanlı tablo değil. Çünkü 12 Eylül’ün önceki darbe ve askeri müdahalelerden bir “farkı” varsa, o da, varlığını, anlayışını kurumsallaştırmış olmasıdır. İş ve çalışma hayatından YÖK’e değin hayatın her alanında “düzenlemeler” yaptı. Devleti yeniden “dizayn” etti. Tehdit ve baskı ortamında halka onaylattığı darbe anayasası hala yürürlükte…

Darbeci cunta, 1983 yılında yapılan seçimlerle göstermelik olarak ülke yönetimini sivillere bıraktı. Darbeci cunta ise “cumhurbaşkanlığı konseyi” adı altında Kenan Evren liderliğinde işbaşında kalmaya devam etti.

Köprülerin altından çok sular aktı, hükümetler geldi geçti. Ne var ki 12 Eylül darbesiyle bir bütün olarak yüzleşilmedi, hesaplaşılmadı ve 12 Eylül anlayış ve kurumlarıyla varlığını günümüze değin sürdürdü, sürdürüyor.

Tabii ki unutmuş değilim; 2010 referandumuyla anayasadaki darbecilere yargı muafiyeti getiren geçici 15. Madde yürürlükten kaldırıldı, darbecilere yargı yolu açıldı. Ne var ki cuntanın yaşayan iki üyesi Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, bir kez bile sanık sandalyesine oturmadılar. Boğuştukları hastalıklar nedeniyle mahkum olduklarını bilmeden öldüler. Dosya kapandı. Böylece 12 Eylül yargılanmış ve mahkum edilmiş oldu!

Kimse kendini aldatmasın, insanları da aldatmasın.

Çünkü iki zavallı, sefil ihtiyar için iddianame yazılmakla 12 Eylül yargılanmış olmadı. 12 Eylül iddianamesini hazırlayan savcılar, 12 Eylül’ün sıkıyönetim komutanlarının, işkenceci polis şeflerinin, işkenceci subaylarının, cezaevi müdürlerinin, valilerinin ve 12 Eylül hükümetinde görev yapan bakanların isimlerini mi bilmiyordu acaba? Yoksa onlar “emir kulu” idiler ve işlenen insanlık suçlarıyla ilgili bir sorumlulukları yok muydu? 

Bu meselenin yargı boyutu; ama daha da önemlisi siyasi boyutudur. 

40 yerinden değiştirildiği için yamalı bohçaya çevrilmiş olmasına karşın yürürlükteki anayasa, darbe anayasasıdır. Darbecilerin anayasaya zerk ettikleri faşizan muhtevası olduğu yerde durmaktadır. Diğer 12 Eylül kurumları da öyle. 

12 Eylül’ü ve darbeciliği görünürde savunan hiç kimse yok. 12 Eylül anayasasını da savunan, sahiplenen yok. Hatta o anayasanın yapımına “memur” edilen kişiler bile yaptıkları işi savunmuyor, sahiplenmiyorlar. Ama ne hikmetse siyaset kurumu bu anayasayı olduğu gibi kaldırıp çöpe atmayı ve ülkemiz gerçeklerine uygun, demokratik, özgürlükçü bir anayasayı yapmayı beceremedi… Oysa bu yönde bir girişim söz konusu olsaydı mümkün olan en geniş toplumsal mutabakatı oluşturmanın şartları yıllardır var ve bugün de var…

12 Eylül darbesi ile yüzleşilse, hesaplaşılsa idi 28 Şubat müdahalesi ve 15 Temmuz darbe girişimi olur muydu? Bu sorunun cevabı üzerine düşünürken bütün bu süreçlerin ülkemize ve her birimize nasıl ağır faturalar ödettiğini de unutmayalım…

Peki nasıl yüzleşeceğiz? 

Üzerinden 40 yıl da geçmiş olsa eğer sahiden bir yüzleşme ihtiyacı duyuyorsak belki de cevabını aramamız gereken ilk soru budur.

Biliyoruz ki darbe ilk defa bizim başımıza gelmiş değil. Bu konuda farklı ülke deneyimleri var. Her ülkenin kendi özgün şartları bulunduğunu akılda tutarak bu deneyimlerin derslerinden yararlanmak gerekir. 

Mesela bir zamanlar “erken kalkan darbe yapıyor” diye esprilere konu olan Latin Amerika ülkelerinde başka sorunlar var ama on yıllardır darbe tehdidi, askeri vesayet sorunları yok, iyi kötü işleyen demokrasiler inşa ettiler. Arjantin Videla diktatörlüğü ile, Şili Pinoche diktatörlüğüyle hesaplaşmadan bu noktaya gelebilirler miydi? Komşumuz Yunanistan’da 1967 yılında darbe yapan cuntacıların müebbet hapis cezası, yaşlılık ve hastalık gerekçesiyle geçtiğimiz yıllarda halka sorularak ev hapsine çevrildi. Darbeciler halktan özür dilediler. Yunanistan’da başka sorunlar var ama orada ne siyasetçiler ne de halk, “darbe” gibi demokrasi karşıtı bir olasılığı aklına dahi getirmiyor. 

Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ve maalesef Türkiye yaşamış olduğu onca acı tecrübeye rağmen bir “örnek” oluşturabilmiş değil…

40 yıl oldu ve Türkiye 12 Eylül’ü kurum ve zihniyetiyle hala sırtında taşıyor…

Barış, demokrasi, özgürlük dediğimiz, öncelikle bu yükten kurtulmak, arınmak sorunudur…

CS. 11 Eylül 2020/TKNMZ



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...