Metris, Huma Kuşu, Kani…

 7.5 yılın ardından 4 Ağustos 1987 günü tahliye oldum Metris’ten. Kaldığım birkaç semt dışında doğru dürüst tanımıyordum İstanbul’u. Tanıyacak, yaşayacak fırsatım, şansım, zamanım olmamıştı ki hiç. 

“Nerede kalmıştık?” dercesine bir ruh hali içindeydim ya, hiçbir şey eskisi gibi değildi ve olmayacaktı da. Kısa sürede anladım bunu. Nasıl anlamayasın ki, memleketin üzerinden 12 Eylül geçmişti. Hükmü hala da sürüyordu 12 Eylül’ün. Bu, mesela senin gibi mahpusa düşmemiş, işkence eziyet görmemiş, her nasılsa “dışarıda” kalmış, okulu bitirmiş, iş güç sahibi olmuş bir “eski” arkadaşını gördüğünde dank ediyordu kafana. Ya da hapiste fazla kalmamış, çıktıktan sonra işine gücüne dönmüş bir “eski” arkadaşınla karşılaştığında. Korkuyorlardı… Ne olur ne olmaz havası içindeydiler… Böyleleri için bir “devir” bitmişti ve beraberinde o devrin arkadaşlıkları da… 

İnsanların üzerine çöreklenmiş 12 Eylül korkusu biraz dağılmaya yüz tutunca, bu tür “eski” arkadaşlarına selam verirken bile “bir gören olur mu acaba?” endişesiyle yüreği titreyenler, “eski” olmanın, 12 Eylül’de kısa da olsa mahpus yatmış olmanın filan kendilerine “itibar” kazandırdığını fark edince, bu kez, “Siz bilmezsiniz, neler gördük biz” havası içine girdiler. İçlerinde iş yaptıkları alanlarda zamanla “tanınmış” veya “ünlü” olan şahsiyetler de var tanıdığım. Tesadüfen bir yerde karşılaşacak olsak, eski zamanların aksine, içtenlikten yoksun yapmacık bir edayla “Oooo” deyip sarılıyor, yanlarında yörelerindeki insanlara “Bunlar bilmez, neler gördük biz” diyerek çoğunu (hadi uydurdukları demeyeyim) abarttıkları kahramanlık menkıbeleri anlatmaya başlıyorlar. 

Aslında sözü Kani’ye getirmem lazım, boş yere ve çaresizce evirip çeviriyorum lafı. Çünkü Kani öldü…

Benden önce çıkmıştı o. O zamanlar (1987) ben gazetecilik, dergicilik yaparken o da fotoğrafçılık yapıyordu. Galiba düğün salonlarında da fotoğrafçılık yapıyordu ama asıl bugünkü The Marmara Oteli ve Boğaz hattındaki bazı mekanlarda fotoğrafçılık yapıyordu. İlk o mu beni buldu, ben mi onu, doğrusu hatırlamıyorum. Muhtemelen o bulmuştur, daha ortalıkta biri olmam sebebiyle.

Arkadaşlığımız Metris’tendi. 12 Eylül yıllarında Metris’te kalmış herkes birbirini tanımayabilir, aynı koğuşta veya aynı havalandırmada kalmamış ise. Ama herkes Kani’yi bilirdi. Görmemişse bile duymuştur. Gecenin bir vakti havalandırmanın birinden yükselen o içli “Huma kuşu yükseklerden seslenir” uzun havasını duyup da kim unutabilir ki? 

Aynı havalandırmaya bakan koğuşlarda kaldık ama aynı koğuşlarda kalmadık hiç. İçten, candan bir insandı. Kani’nin bulunduğu havalandırmadaki koğuşlar kendilerini şanslı sayardı. Anma günlerinde veyahut operasyonda sıkı dayak yediğimiz bir günün akşamında ya da açlık grevi günlerinde “moral gecesi” düzenlemeye niyetlenmişsek, koğuşlardan sesler yükselirdi. Şarkılar, türküler, fıkralar filan. Finali Kani yapardı ve zaten beklediğimiz de o olurdu hep. 

Başka türküler, şarkılar da söylerdi elbet, ama bizim “gözde” isteğimiz Huma Kuşu idi. Kani o gür ve güzel sesiyle Huma Kuşu’nu söylemeye başlar ve herkes hiç değilse o anlarda mahpus duvarlarının dışında hissederdi kendini. Kendi dünyasına çekilirdi. Kim neler düşünürdü bilemem, bir memleket hasreti yükselirdi içimden benim…

Kani kenarına oturduğu koğuş penceresinden Huma Kuşu’nu söylemeye başladığında, havalandırmayı gören koridordaki nöbetçi askerler de pencerelere yığılır, sessizce o içli türküye kulak verirlerdi. Askerlerle belki de yegane ortak noktamızdı bu…

Kani benim dışarıdaki acemisi olduğum hayatı tanımamda (ne kadar tanıdıysam artık) ilk öğretmenlerimdendi. Birlikte çok şey paylaştığımız birçok kişi bizi gördüğünde yolunu çevirirken ben onunla normalde hiç gidemeyeceğim mekanlara gittim. Boğaziçi’ni keşfettim mesela. Filmlerden filan bildiğim gazinolara gittim, onun fotoğrafçılığı vesilesiyle. Hayatın başka boyutlarından insanlar tanıdım. Çıktıktan sonra ilk denize de onunla girdim, Bayramoğlu’nda. Yüzmeyi zaten iyi bilmezdim, yeniden onunla öğrendim. Evlenmemişti henüz, evine misafir oldum. Sırt sırta uyuduk. Birlikte saz çaldık söyledik. Dertlendik, sevindik. 

İkinci hapishane sürecimden sonra da görüştüğüm bir arkadaşımdı. Birçok eski arkadaşım “Nereden çıktı bu Kürtlük mevzuu?” derken o anlamaya çalışmıştı. Görmeyeli bir gemi işletiyordu, denize nazır sohbet ettiğimiz, rakı içip çalıp söylediğimiz o gemide kızımın ilk doğum gününü kutlamış, Yüzleşme Derneği etkinlikleri yapmıştık. Yeni bir mekan açmıştı. Kaç kez çağırdı da, gidemedim işte…

Korona günlerinde haberleşirdik arada, “Şu illet bitsin de…” diye sözleşirdik. Dersim meselesiyle ilgili soracakları vardı, benim de anlatacaklarım… Olmadı.

Önce “Covid olmuş, hastanede” haberi geldi, sonra “yoğun bakımda” ve sonra “entübe edilmiş” … Sonra da…

15 Mart idi günlerden, pazartesi, yeni bir haftanın ilk günü. Sosyal medyada bir arkadaş “Bakalım bu hafta başımıza neler gelecek” diye yazmıştı, “Aman” demiştim ben de, aman… Tam da o dakikalarda “Kani’yi kaybettik” haberi geldi… Neye uğradığımı şaşırdım… Kızım yanımdaydı. Gözyaşlarımı sakladım ondan. 

Arkadaştı. Dosttu. Yoldaştı. Candı…

Uğurlar olsun kardeşim. Türküler öksüz kaldı ama yüreğimizde çınlamaya devam edecek.

Devrin daim olsun…

Huma kuşu yükseklerden seslenir

Yar koynunda bir çift suna beslenir beslenir

Sen ağlama kirpiklerin ıslanır

Ben ağlayım ki deli gönül uslanır uslanır

Ben ağlayım ki deli gönül eylen eylen

Sen bağ ol ki ben bahçende gül olum

Layıkmıdır yanım yanım kül olum

Sen efendim ben kapında kul olum

Koy desinler bu da bunun kuludur

Koy desinler gülüm eylen eylen

CS. 16 Mart 2021 TKNMZHBR


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...