Ana içeriğe atla

Memento mori ya da diktatörlerin yıkımı

Gerçek bir dünyada, gerçek bir hayatta yaşamıyorlar. Memento mori gerçeğinin ifade ettiği anlamdan kopuklar.

Memento mori, “Öleceğini hatırla, bir gün öleceksin, bunu hatırla” manasında bir Latince özdeyiş. Stoa ekolünden bir filozof da olan Roma imparatoru Marcus Aurelius, bu sözü ara sıra kendisine hatırlatması için yanında hep birini bulundururmuş. 

Stoacılık bir yana, bu sözün memleketin kaderi üzerinde güç ve söz sahibi olan veya bu role soyunan herkesin kulağında küpe olması gereken önemde bir söz olduğuna inanıyorum.

Malum, insan da doğadaki bütün canlılar gibi ölümlüdür. Ancak insan, özellikle güç, kudret sahibi olduğunda bu gerçekliği unutmaya eğilimli bir canlı. Öyle ki güç, kudret sahibi olduğunda, kısa sürede bunun varlığının doğal, kaçınılmaz bir uzantısı, gereği olduğu yanılsamasına kapılıyor.

Kendini elde ettiği güçle özdeşleştiren bir karakterin hayat karşısında duruşu da adeta dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanması oluyor. Her şey, olumlu veya olumsuz olarak kendisiyle ilişki biçimine göre anlam kazanıyor. Yani kendisine göre olumlu veya olumsuz bir gelişmenin, kendi başına bir realite olması mümkün değildir; “olumlu” ise kendi hikmetidir, “olumsuz” ise çok sayıda mevcut olduğuna inandığı dahili ve harici “düşmanların” komplosu filan…

Söz konusu olan, misal, deprem veyahut sıcaklar nedeniyle baş gösteren orman yangınları bile olsa, böylelerinin kafasında ilk beliren soru “Acaba?” sorusudur. Acaba her şey gayet yolunda gidiyor iken deprem olması, orman yangınları çıkması bazı “gizli” güçlerin veyahut “teröristlerin” sabotajı mıdır?

Bu, malûm, daha çok diktatörlerin psikolojisi ve karakteristik özellikleriyle örtüşen bir anomali. En uç hâli, bu tür kişiliklerin kendilerini diktatörlükle yönettikleri ülkenin, ulusun varlığıyla özdeşleştirmeleri, “beka” sorunu ve “kaderi” olarak görmeleri oluyor. 

Öyle ki ölümlerinden sonra da o ülkenin “kaderi” olmaya devam etmek, yaşamlarının son virajında en büyük uğraşları, çabaları haline geliyor. Her yerde heykelleri oluyor, sokaklara, mahallelere, parklara, bahçelere, okullara isimleri veriliyor ve insanlarda adeta “öncesi yok” mesajı verilerek kendisinden sonra da onların “kaderi” olmaya devam edeceği algısı yaratılıyor.

Gerçek bir dünyada, gerçek bir hayatta yaşamıyorlar. Memento mori gerçeğinin ifade ettiği anlamdan kopuklar. Çevrelerinde yalakalık yapan bir güruhun “en büyük sensin başka büyük yok ve olamaz da” tezahüratından ibaret bir hayatı yaşıyorlar ve bir gün bağlarını koparttıkları gerçekler hayata galebe çaldığında, yıkıma uğruyorlar. 

Devrilen diktatörlerin yaşamları incelendiğinde, hemen hepsinde bu yıkıma tanık olmak mümkün. En bilineni, Adolf Hitler olsa gerek. Üstün, yenilmez, kadir-i mutlak bir canlı olduğuna kendisini ve Alman toplumunu inandırmışken “düşman” orduları kapısına dayandığında, eşi Eva Braun ile odasına kapanıp intihar etti. Öncesinde komutanlarından tekmil almış ve anlı-şanlı komutanlarının “Berlin düştü” raporlarını dinlemişti. İntiharı, yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve yıkımın göstergesi. 

Ülkesini Hitler Almanyasının kuklası hâline getiren faşist diktatör Benito Mussolini, 27 Nisan 1945’te metresi Clara Petacci ve bir grup yandaşıyla birlikte, sığındığı bir Alman konvoyu ile ülkesinden kaçmaya çalışırken bir yerel partizan grubu tarafından yakalandı. Almanlar kendilerine izin verilmesi şartıyla herhangi bir direniş göstermeden konvoydaki İtalyanları partizanlara teslim etti. Mussolini’yi ele geçiren partizanlardan biri olan Lazzaro, öldürülmeden önce Mussolini’nin hâlini şu sözlerle ifade eder: “Yüzü balmumu gibiydi ve bakışları cam gibiydi ama bir şekilde kördü. Mussolini tamamen iradeden yoksun görünüyordu, ruhen ölmüştü.” Ruhen ölmüş olmak, bir insanın yaşadığı yıkımın en çıplak ve çarpıcı hali olsa gerek…

Tarihe adları diktatör olarak geçmiş bütün isimler, öyle veya böyle, son nefeslerini verirken yalnız ve bir başına idiler. Ölümleri bir zamanlar varlıklarını özdeşleştirdikleri ülkelerinde şenlikler düzenlenerek kutlandı. 

Hayatının son yıllarını bu yalnızlık ve yıkım psikolojisiyle geçiren Şili’deki askeri diktatörlüğün lideri Augusto Pinochet mesela: “Santiago tepelerinde dans edip duranların tekrarlayıp durdukları tek bir sözcük vardı ve o da gölge sözcüğüydü. Bir kadın, ‘La sombra de Pinochet se fue’ (Pinochet’nin gölgesi kalktı) dedi, sonra başka bir adam onun sözünü tekrarladı ve birden başkalarının ağzına yerleşti: Onun gölgesi kalktı, Pinochet’nin gölgesinden çıktık. Sanki bin vebanın laneti bu topraklardan silinip gitmiş gibi, sanki bir daha hiç korkmayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç geceleri helikopter sesleri duymayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç hava acıyla ve şiddetle kirlenmeyecekmiş gibi... Tiranın ölümünü kutlayanların (ki çoğu gençti) gözünde, Augusto Pinochet’nin fesat ve pişman olmak nedir bilmez kalbi çarpmaz olduğu zaman sanki bir şey kesin olarak, şatafatla kırılmıştı.” (Ariel Dorfman, “Pinochet’nin Gölgesi Kalktı”, Çev. Osman Akınhay, Mesele, sayı 1, Ocak 2007, s.62.)

25 Aralık 1989’da kocası Nikolay Çavuşesku ile birlikte kurşuna dizilerek öldürülen Elena Çavuşesku’nun son sözleri bu ruh hâlinin en çarpıcı örneklerinden biridir: Elena Çavuşesku’nun idam mangası karşısındaki son sözleri, “Ama ben sizin annenizim?” olmuştu.

Elde ettikleri ve bağlandıkları, bağlanmak ne kelime tapındıkları güç ve kudret her şeyin “çaresi” olmuyor, olamıyor. Güçlendikleri oranda korkuları da büyüyor. Bu nedenle hikmetlerinden, kudretlerinden sual olunmaz diktatör kişiliklerin hemen hepsi, aslında birer korkaktır. Bunun kendini en doğrudan yansıttığı alan ise, muhalefete, muhaliflere karşı duydukları “alerjidir” herhalde. Muhalefet “haindir”, “düşmandır”, yaptıklarını “yıkmak” isteyenlerdir (vb) ve bu nedenle ezilmesi, bastırılması, sindirilmesi gerekir. Ne var ki ezdikçe, bastırdıkça, sindirdikçe, korkuları yatışmak şöyle dursun, hayatın diyalektiği, daha da büyüyor. Tipik bir suçluluk psikolojisi de denebilir…

Unutmayalım. İnsan için baki olan tek şey, biten ve başlayanın sürekli hareketi ve insanın “iyilik” veya “kötülük” olarak geride bıraktıklarından ibaret hatırasıdır…

3 Aralık 2021 

P24 - Memento mori veya diktatörlerin yıkımı (platform24.org)

-Görsel Picasso'nun Guernica tablosu



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...