Ana içeriğe atla

Mehmet Emin Özkan... Merhamet değil, adalet!

 Mehmet Emin Özkan davası birçok bakımdan Türkiye’de adaletin nasıl can çekiştiğinin çarpıcı örneklerinden biri.

Seksen üç yaşındaki Mehmet Emin Özkan,yirmi altı yıldır hapishanede. Müebbet hapis hükümlüsü. 1996 yılında tutuklandığında elli yedi yaşındaydı. Bu yirmi altı yıllık hapis sürecinde beş kez kalp krizi geçirdi, defalarca anjiyo oldu. Tansiyon, guatr, bağırsak, beyinde ödem gibi hastalıklarının yanı sıra konuşma ve işitme güçlüğü çekiyor. Son olarak bir de koronavirüse yakalandığı öğrenildi. Hapiste kendi başına yeme, içme, temizlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Diğer mahpusların yardımıyla yaşamını idame ettirmeye çalışıyor.

Mehmet Emin Özkan yaşı ve boğuştuğu hastalıklar dikkate alınarak çoktan serbest bırakılmış olabilirdi. Suçlandığı ve mahkum edildiği iddialarla ilgili “yeni” gelişmeler ortaya çıktığı için hakkında yeniden yargılama kararı verildi. Bu da bir tahliye gerekçesi idi ama tahliye edilmedi. En son geçtiğimiz 21 Aralık günü yapılan duruşmada Özkan yine tahliye edilmedi. Duruşma, haklarında Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesi ve Diyarbakır’ın Lice ilçesinin yakılması ile ilgili dava açılan kamu görevlilerinin beraat ettiği davanın Yargıtay sonucunun beklenmesi için, 17 Mart’a ertelendi. 

Mehmet Emin Özkan davası birçok bakımdan Türkiye’de adaletin nasıl can çekiştiğinin çarpıcı örneklerinden biri. Ana hatlarıyla özetlemeye çalışacağım.

22 Ekim 1993 günü Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın, bir “duyum” gerekçesiyle, sonradan JİTEM’ci olduğu ortaya çıkan bir subay (Tünay Yanardağ) tarafından Lice’ye gelmesi sağlandı. Aydın helikopterle Lice’nin dışındaki Komando Bölüğü’nün bahçesine indiği anda, uzaktan “kannas” adı verilen bir suikast silahıyla tek kurşunla vuruldu ve orada hayatını kaybetti. 

Olayın ardından askeri birlikler Lice’yi yerle bir eden bir “operasyona” başladılar. Lice’nin 72 saat boyunca dış dünyayla irtibatı kesildi. Dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da dahil siyasi parti temsilcilerinin, insan hakları savunucularının ilçeye girmesi engellendi. Resmi kayıtlara göre ilçede bulunan 401 konuttan 302’sine tam, 86’sına orta, 13’üne de az hasarlı raporu verildi. Biri Bahtiyar Aydın olmak üzere iki asker ve 14 sivil yurttaş hayatını kaybetti.

“Olayların” ardından çok sayıda Liceli herhangi bir sebep gösterilmeden gözaltına alındı. Olay kamuoyuna “PKK ile çatışma çıktı” şeklinde duyuruldu ama ortada çatışma yoktu.

Bir tanığın (Cemal Gözen) anlatımı: “…Yeşilburç mahallesini askerler yaktı. Çarşıyı da yaktılar. ardından askerler mahallelere girip bizi sırada dizdiler ardından evleri de yaktılar. 4 helikopter geldi havadan tarıyorlardı. Mermi gelmeyen yerlere saklandık. 18-19 kişi öldürüldü.” 

Çok sayıda Liceli bu olayın ardından yerini yurdunu terk etti. Bunlardan biri de Mehmet Emin Özkan’dı. Ailesiyle birlikte Mersin’e yerleşti. 

1996 yılında Özkan, iki PKK itirafçısının ifadeleri nedeniyle gözaltına alındı ve tutuklandı. Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesiyle ilişkisi olduğu iddiasıyla yargılandı. Özkan üzerine ifade veren itirafçılar sonradan ifadelerini geri çekti. Özkan duruşmalar boyunca emniyette ağır işkence gördüğünü, okuma yazması olmadığını ve önüne konulan ne yazılı olduğunu bilmediği kağıtlara parmak bastığını, iddia konusu cinayetle ilgisi olmadığını söyledi. Ama bir “fail” lazımdı ve onun da Mehmet Emin Özkan olduğuna karar verildi. Müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Arada söylemeden geçemeyeceğim. 90’lı yıllarda hapishanelerde işkenceli sorgu ifadeleri nedeniyle, itirafçı ifadeleri nedeniyle hiç ilgileri alakaları olmayan “suçları” üstlenmiş ve ağır hapis cezalarına çarptırılmış çok insan vardı. Şimdilerde itirafçıların adı “gizli tanık” olmuş. 

Bahtiyar Aydın cinayeti için bir “fail” bulunmuştu (!) da Lice’nin yerle bir edilmesi ve on dört sivil yurttaşın asker kurşunlarıyla hayatını kaybetmesinin hukukî izahatı nasıl yapılacaktı? Ortada sağ veya ölü “ele geçirilmiş” “terörist” filan da yok iken? Helikopterler ve zırhlı araçlarla, ağır silahlarla ilçeye giren askeri birliklerle bir başına Mehmet Emin Özkan çatışmaya girmiş ve ilçeyi viraneye çevirmiş olamazdı herhalde!

İç hukuk yollarıyla sonuç alamayan 246 Liceli mağdur, AİHM’e başvurdu. 15 Haziran 2001 tarihinde Türkiye “dostane çözüme” gitti ve yaşam hakkının ihlali nedeniyle mağdurlara 2,5 milyon Sterlin ödemeye mahkum oldu. Bilindiği üzere AİHM sürecinde “dostane çözüm”, suçlanan tarafın suçlamaları zımnen kabul etmesi anlamına geliyor.

Asıl gelişme ise, Ergenekon soruşturmaları döneminde Bahtiyar Aydın’ın JİTEM tarafından öldürüldüğü iddiasının gündeme gelmesi oldu. Bu, Mehmet Emin Özkan’ın durumunu da doğrudan ilgilendiriyordu. Licelilerin bildiği “sır” yargı kurumunun dikkatine hayli gecikmiş olarak girmişti nihayet.

Neticede, Diyarbakır’da dönemin cumhuriyet savcısı Osman Coşkun, Lice katliamıyla ilgili dosyanın yirmi yılın ardından zaman aşımına gireceği gün (23 Ekim 2013), yeni bir iddianame hazırladı. Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianamede önemli tespit ve değerlendirmeler vardı. Emniyet ve Jandarmanın “PKK yaptı” şeklindeki rapor ve tutanaklarının mesnetsiz, delilsiz olmasından hareketle dönemin Jandarma Alay Komutanı Emekli Albay Eşref Hatipoğlu ve Üsteğmen Tünay Yanardağ hakkında, “Taammüden öldürme, halkı isyana teşvik”, “Cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma” suçlarından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi. 

İddianameye göre PKK’nin Lice’ye saldırı düzenlediğine ve Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ı öldürdüğüne ilişkin herhangi bir delil yoktu. 

Soruşturma dosyasına birçok kamu görevlisinin olaya ilişkin anlatımları da girdi ve onlardan biri dönemin Lice İlçe Emniyet Amir Vekili Mustafa Özkan idi: “Olaydan bir hafta sonra Albay Eşref Hatipoğlu komando bölüğünün bahçesinde, yani Bahtiyar Aydın’ın şehit edildiği yerde basın toplantısı yaptı. Hatipoğlu, Aydın’ın şehit edilmesinde kullanılan kanas marka silahın basın mensuplarına gösterdi. Hatipoğlu ayağa kalkarak basın mensuplarına ve bize elindeki kanas marka silahı göstererek ‘bu silahla karşıdaki tepelerden ateş edildi, paşamızı öldüren kurşunda komando bölük binasının giriş kapısının sağ tarafındaki duvara saplandığını’ söyledi. Duvardaki mermi izini eliyle gösterdi. Eşref Albay suçta kullanılan kanas marka silahın daha sonra yakıldığını söylemişti, gösterdiği silah da yanmış ve paslı silah göstermişti. Nereden ne zaman nasıl ele geçirdiğini açıklamasında söyleyip söylemediğini hatırlamıyorum. Olaydan sonra kaymakam bey ile de bu konuları konuşmuştuk. Bahtiyar paşa komando bölüğün bahçesinde iken dağdan ateş edilip de nasıl öldürülür? İlçede akşama kadar çatışma olur da hiçbir PKK’lı nasıl ele geçirilemez diye aramızda konuşmuştuk, bu durumu garip karşılamıştık.” 

Oradan oraya giden gelen dava, sonuçta Üsteğmen Tünay Yanardağ yönünden kalp krizi nedeniyle öldüğü için düştü, Albay Eşref Hatipoğlu ise beraat etti (2018). 

Mehmet Emin Özkan’ın yeniden başlayan yargılaması bu gelişmeden nasıl etkilenecek, göreceğiz…

*** 

Ana hatlarıyla özetlediğim bu süreç, adalet adına neresinden tutsan elinde lime lime olacak bir gerçekliği ifade ediyor. 

Ailesi, kendisi “içeride” iken babasız büyüyen yedi çocuğu, avukatları, Özkan’ın tahliyesini isterken aslında “huzur içinde ölme hakkını” talep ediyorlar. Çünkü zaman Özkan’ın aleyhine işliyor.

Tıpkı hapishanelerde ağır hastalıklarla cebelleşen yüzlerce mahpus gibi…

Merhamet değil, adalet… 

24 Aralık 2021 

P24 - Mehmet Emin Özkan… Merhamet değil, adalet (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...