Ana içeriğe atla

"Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim"

 “Muhafazakarların en büyük handikabı sola düşman olmak” deme noktasına gelmişti, “halbuki soldan öğrenecek çok şeyimiz var.

Kaman’da dört ayı yalnız, kalan üç ayı da İbo ve peşi sıra gelen iki arkadaşla birlikte geçen yedi ayımın en “renkli” simalarından biri, bir gün kapımı çalan din görevlisiydi.

Bir gün sabah kapının açılmasıyla birlikte şortumu giymiş havalandırmada günlük egzersizlerimi yapıyordum. Havalandırma kapısının mazgalı açıldı ve ilk defa gördüğüm biri adımı seslendi, “Müsait misiniz?” diye sordu. Din görevlisi imiş. Din işleriyle pek ilgili olmadığımı söylememe rağmen görüşme isteğini “Din üzerine konuşmak şart değil, sohbet ederiz” diyerek yineleyince, “Ter kokusundan rahatsız olmayacaksanız, buyurun” dedim. Kapı açıldı, içeri girdi.

“Alevi olduğunuzu da biliyorum” dedi. “Bu durumda benimle fazla mesai yapmanız gerekmeyecek?” diye espri yaptım. Güldü.

Madem misafirim var, gidip elimi yüzümü yıkadım. Çay demledim. Mütevazı bir kahvaltı sofrası hazırladım. Havalandırmanın bir köşesine koyduğum masaya karşılıklı oturduk. “Yanlış anlamayın” deme gereği duydum, “insanların dinine imanına saygılıyım.”

Madem din görevlisi, tam adamını buldum; “Benim aslında dini bir sorunum da var” dedim. Heyecanlandı, “Buyurun?”

Hapishanenin yakınlarında bir cami vardı ve adeta bana özel yayın yapıyordu. Ama mesele o değildi. “Adam çok kötü ezan okuyor” dedim, “sanki başına silah dayamışlar da zoraki ve yılgın bir sesle…” Adamı savunacağını düşünmüştüm doğrusu ama aksine bana hak verdi, ilgileneceğini söyledi. Gerçi değişen bir şey olmadı ama hiç değilse söylemiş oldum.

Dersim şehir merkezinde otobüs terminali yakınlarında bir cami var. Bence Türkiye’nin en güzel ezan okuyan müezzini orada. Tabii bizim memleketin dört yanının dağ, orman olmasının da payı vardır, sesi öyle güzel yankılanıyor ki. Adam ezan okumaya başladığında, susup dinliyoruz…

Adı Mehmet idi hatırladığım kadarıyla. Kaman’da kaldığım süre boyunca birçok kez geldi yanıma sohbet etmek için. Alevilik üzerine sorular sordu, bildiğim kadar yanıtladım. Ama daha çok memleket meseleleri üzerine konuştuk. Mütedeyyin vatandaşlarla ilgili eleştirel düşünce ve gözlemleri vardı. Alevileri tanımadan onlardan “nefretle” bahsetmelerinden rahatsızdı mesela. Sohbetlerimizin sonucunda, samimi veya değil bilemiyorum ama “Muhafazakarların en büyük handikabı sola düşman olmak” deme noktasına gelmişti, “halbuki soldan öğrenecek çok şeyimiz var, onlar da bu memleketin evladı.”

Buna karşılık ben de özeleştirel değerlendirmeler yaptım. Solun Türkiye’de kitleselleşememesinin en büyük nedeni din ve dindar yurttaşlarla iletişim kuramamasıydı, bunun da temelinde Kemalizm ile sakatlanmış olması vardı, vb.

O dönem, Fazilet Partisi içerisinde “Yenilikçiler” adıyla ortaya çıkan grup partiden ayrılıp Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla bir parti kurmuştu. Partinin lideri Abdullah Gül gibi görünüyordu, sonradan Recep Tayyip Erdoğan adı öne çıkmıştı.

Siyasi yelpaze çeşitlenmişti. Girdiği ilk seçimlerde umduğunu bulamayınca siyaset sahnesinden çekilen Cem Boyner’in YDH’sı siyasete yeni açılımlar getiren çıkışlarıyla dikkat çekiyordu. Ufuk Uras’ın başkanı olduğu ÖDP vardı ve o da kendi sürecinde giderek büyümedi, küçüldü. Bir de Cem Uzan’ın Genç Parti’si vardı, milliyetçi söylemleriyle öne çıkan… Ama besbelli siyasete asıl damgasını vuracak parti, AKP idi. İçeriden gördüğüm de buydu.

Bir gün bunu din görevlisine de sordum ve bana Tayyip Erdoğan’ı öve öve bitiremedi: Erbakan Hoca'nın devri bitmişti… Muhafazakarlar artık iktidar olmak istiyordu… Erbakan AB'ye karşıydı ama Erdoğan Türkiye'yi AB'ye sokacak isimdi, herkes için faydalı olan buydu… Muhafazakarların iktidarında Türkiye gerçek bir demokrasiye geçmiş olacaktı, vb…

Bir şiirin düşündürdükleri

Siyaset gündemini takip edip de AKP’nin yükselişini görememek olanaksızdı. Bunun üzerine düşünmememe vesile olan “gelişmelerden” biri de, Erdoğan'ın okuduğu bir şiirdi... Yok, birkaç ay mahpus yatmasına neden olan “Camiler süngümüz” diye başlayan şiir değil. İbrahim Sadri’nin “Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim” dizesiyle başlayan şiir...

Öteden beri TV’den ziyade radyo dinlemeyi tercih eden biriyim. Hep bir radyom olmuştur. Rahmetli babamdan etkilenerek kazandığım bir alışkanlık sanırım. Her akşam işten eve geldiğinde “ajansları” açardı radyodan, haberleri dinlerdik. Evdeki yegane “lüksümüz”, o Philips marka transistörlü radyo idi zaten. Babamdan miras, kırık dökük ama bende hâlâ. Merak ederdim çocuk aklıyla; bir haber bekliyor gibiydi hep… Beklediği, beklediğimiz haber her ne idiyse, gelmedi hiç… “Ajans” saati dışında da radyoyu karıştırır ve bulduğu bir yerde dururdu. Kürtçe dertli klamlar çalan bir radyoydu durduğu yer. Sonradan öğrendim; Erivan Radyosu idi.

Küçük bir radyom vardı ve Bursa’dan onu da getirmiştim yanımda, komüncüler hafiften bozulsalar da. Okurken, volta atarken, spor yaparken açıktı hep… İlkin Bursa’daki son aylarımda dikkatimi çekmişti bahsettiğim o şiir ve şiiri okuyan kişi. Kaman’da da dinlediğim hemen her radyo kanalında günde birkaç kez bu şiir yayınlanıyordu. İlk olarak Bursa’da dikkatimi çekmişti ama üzerinde düşünmem, Kaman’da oldu.

“Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim...” Bu dizelerden çok etkilenmiştim. Yaşadığımız toplumun halini düşündürmüştü bana. Siyasilerin çok sevdiği klişelerden biridir, malum, “Birlik-beraberlik” derler her vesileyle. Bizimkisi nasıl bir “beraberlik” ise, Kürt olan “bölücü” idi, Alevi olan “sapık” idi, solcu olan “yıkıcı”, sağcı olan “faşist”, Ermeni, Rum, Yahudi olan “gavur”, dindar olan da “mürteci”… Geriye kim kalıyorduysa artık…

Çıktıktan sonra kuruluşuna önayak olduğum Yüzleşme Derneği’nin ana fikri bende Kaman Cezaevinde oluşmuştu diyebilirim.

Yüzleşme Derneği, aktif olduğu dönem boyunca mütevazı ama anlamlı etkinlikler organize etti. Sağlıklı, sahici, işleyen bir demokrasinin ancak geçmişle yüzleşerek mümkün olabileceği düşünce ve duyarlılığını gündeme getirmeye ve gündemde tutmaya çalıştı. Toplumun her biri birbirine karşı konumlandırılmış kesimlerini demokrasi ortak paydası etrafında bir araya getirecek bir sivil toplum hareketine hâlâ ve belki de çok daha fazla ihtiyaç var…

Eğer hakikat ile ilgili bir çaba ve duyarlılığınız varsa, kendinizle, ister istemez bir parçası olduğunuz toplumla, sizin vekâletinizle ülkeyi yönetenlerle ve devletle, onun “aklı” ile yüzleşmek zorundasınız…

Toplumsal nitelikli sorunlarımız vardı ve bu sorunların kaynağı, büyük ölçüde devletin “resmi ideolojisi” idi. Halen de öyle. Demokrasi, dertlerinin kaynağı aynı olan farklı kesimlerin en azından yan yana durabilecekleri bir ortak payda olabilirdi pekâlâ. 

Ücra bir Anadolu ilçe hapishanesinde tanıştığım din görevlisi Mehmet bugün nerede ne yapmaktadır, memleketin hali ve gidişatı ile ilgili ne düşünmektedir bilmiyorum. Ama umarım o sohbetlerimizde paylaşmaktan heyecan duyduğumuz ortak duyarlılıklarını yitirmemiştir…

Kaman ve hapishane faslını daha fazla uzatmayacağım, artık “çıkayım” ben J AKP iktidara geldi ve ben çıktım.

Beni hapishane önünde karşılamaya gelen arkadaşlarımdan biri, Ufuk, ben, “Dışarıya alışmak, adapte olmak biraz zaman alacak” filan deyince, “Ne zamanı Hocam? Yeterince zaman kaybettin sen zaten! Sana şok tedavisi uygulayacağız, hemen adapte olacaksın!” dedi.

 Ama burası Türkiye işte. O “şok tedavisi” bitmedi hâlâ…

8 Temmuz 2022

P24 - “Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim” (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...