Hayat dersleri... Üç günlük dünya

 Az az ölüyoruz her gün. Havadan, yağmurdan bahseder gibi… Cahit Zarifoğlu

Büyüklerimiz, çıkar, bencillik ve bu uğurda amiyane deyişle “babamı bile tanımam” tavrını ölçü haline getirmiş insanlar için, “Üç günlük dünya” derlerdi iç çekerek. Üç günlük dünya, yani her şey gelip geçici. Baki olan, yaşadığın hayata dair geride bıraktığın izler.

 Uzun boylu, heybetli, uzun beyaz sakallı, nur yüzlü, boynunda 38’den kalma bir mermi taşıyan ve yaz kış başında sarığı, sırtında muhtemelen Rus işi kalın paltosu eksik olmayan rahmetli dedem de Türkçe, Kirmançki karışık, “Bir gün” derdi, “herkesin bedeni aynı toprağa karışacak.”

Yaşlı, çilekeş anam hâlâ gündelik işlerini güçlükle yerine getirmesine de aldırış etmeksizin hasta olanın ziyaretine, vefat edenin cenazesine gitmeyi olmazsa olmaz sorumlulukları arasında görüyor. Her gittiğimde memleketteki ziyaretlerimi de adeta o planlıyor; kimin taziyesine gitmeliyim, kimlere başsağlığı dilemeliyim, kimler hasta, kimlerin hastası var… “Üç günlük dünya” diyor ve ekliyor, “Bizim devrimiz bitti oğlum.”

Bizim devrimiz bitti anne. Aslında hiçbir devir “bizim devrimiz” de olmadı ve olamadı zaten…

Acıda, tasada, iyi günde kötü günde varlıklarını, insanlıklarını yanı başımızda hissettiğimiz insanların kıymetini bilmek, hayata anlam katan erdemlerdendir; unutmak ise insanlığımızı kuşatan bu “devire” teslim olmak…

Elazığ’da hasta ve taziye ziyaretlerinin ardından adımlarım beni 2020 kışındaki depremde yerle bir olan Seko Mahallesine götürdü. Bazı evlerin enkazı hâlâ duruyordu. Bazı enkazların üzerinde yeni binalar yükselmişti. Çocukluğumuzun yoksul ama insanlığı zengin mahallesinden eser kalmamıştı…

1990 yılıydı. Elazığ’a gelmiştim. Aranıyordum. Bunalmıştım. Anamı özlemiştim. Koca adam olsan ne yazar, özlemiştim işte. Ana evinde, ana kucağında “güvende” olurdum, çocukça ama insani bir ruh hali. Yazdı. Bu zamanlardı. Bir ikindi vaktiydi. İki gözlü kerpiç tuğlalı evin bir odasında uzanmışken, bir anda sokağı polis araçları ve o araçlardan inen otomatik silahlı polisler doldurdu. Ninem kapı önündeydi. Nöbetimi tutuyordu adeta.

 Yaşlı, iki büklüm, iki kelime Türkçe bilmez ninem ayaklanmış, kapı önünde ellerini iki yana açarak duvar olmuştu: “Kimse yoktur evde! Erkeğimiz yoktur evde! Ne istiyorsunuz bizden! Endi beso!”

Ninemin feryatlarına komşuda oturan annem koştu geldi. Varto Abla koştu geldi. Rabe (Rabia) Teyze koştu geldi. Sağır Selaha (Saliha) Teyze, Pamuk Teyze, Fatma Abla koştu geldi. Kimisi Ermeni, kimisi Zaza (Palulu), kimisi Türk ve kimisi de Dersimli komşularımız. Ellerinde büyüdüğüm…

Kadınlar kapımızın önünde bedenleri ve feryatlarıyla barikat oldular. Polisleri sokmadılar eve. Ben odada ne yapacağını bilemez halde otururken, “Tamam gidiyoruz ama oğlun buralardaymış, elimize düşmesin!” deyip gitti polisler…

 O sokak ve o insanlar artık yok… Bazılarının hâlâ görüştüğüm çocukları da dağıldı dört bir yana… Okuduğum ilkokulun, ortaokulun yerinde de adları değiştirilmiş başka okullar var.

 Amcaoğlum beraber okuduğumuz ilkokul müdürünün adını hatırlattı; Ömer Zümrüt. Bizi neden sevmediğine çocuk aklıyla bir türlü anlam veremediğimiz biriydi. Elinde sopayla gezerdi okulda. Ve Kasım öğretmen. “Andımız” törenlerinden kaçtığım için az sopasını yememiştim. Bir gün beni bir köşeye çekip, “Oğlum ben de Kürdüm, Malatyalıyım, Aleviyim, yapma böyle. Akıllısın, çalışkansın, senin okuman lazım” demişti. Sonra gelen Rukiye öğretmen onu mumla aratmıştı…

 Ortaokul ve sonrasında lise yılları uzun hikâye. Anlatırım bir gün...

 Artık “komşuluk” yok. Yoksulluk var. Eskiden de vardı yoksulluk, hep vardı. Ama herkesin dilinde; “Bu yaşa geldim böyle pahalılık görmedim.” Kimse kimsenin misafirliğine gitmiyor mesela, ölüm kalım meselesi olmadıkça. Gidip de ev sahibini kendisini “ağırlamak” durumunda bırakmamak, mahcup etmemek için…

“Üç günlük dünya”, büyüklerimiz söylendiğinde gülüp geçiyor ve üzerinde düşünme gereği de duymuyoruz belki ama aslında yaşamın çileli sınavlarından süzülmüş bir hayat dersidir.

İnsan bir gün bunun ayrımına vardığında, herhalde kendisini kaçınılmaz olarak vicdani bir muhasebe ile baş başa buluyordur: Nasıl yaşadım, ne için yaşadım bu hayatı? Niçin yalanlar söyledim, kendimi ve insanları aldattım? Niçin bu kadar riyakardım, çıkarcıydım, bencildim, niçin kötülükler yaptım, insanları kırdım, üzdüm? Niçin? Kimsenin kaçınamayacağı “kader”, bir gün bedeni çırılçıplak toprağa karışmak ise eğer, niçin?

***

Diyarbakır’dan Elazığ’a, Elazığ’dan Dersim’e geçince, her şehrin girişinde çıkışında kimlik kontrolleri yapılıyor. Nerede olduğunuzu unutmayasınız diye herhalde. 

Pertek feribotuna binerken Elazığ’dasınız, inerken Dersim’de. Feribot hareket ettiğinde kimse suya atlamıyor veya kimse sudan feribota tırmanmıyor. Olsun. Orası Elazığ, burası Dersim.

Hüzünle anımsadım. En son kızımla pandemiden önce gelmiştim Dersim’e. Üç yıl olmuş. Kızım hâlâ, “En güzel tatilimizdi” diyor, “tekrar gidelim, kışın da gidelim.” Pertek’e indiğimizde kimlik kontrolü yapan askerler, kızımın kimliğini uzattığımda “Onunkine gerek yok” demişlerdi. Kızım, “Baba benim kimliğime neden bakmıyorlar? Ben de Dersimliyim” demişti kulağıma fısıldayarak. Bunu duyan asker, “Ver bakalım senin kimliğine de bakalım” demişti gülümseyerek. Kızım da biliyor artık, Dersimli olmak “kontrol edilmek” demek…

Her gelişimde Dersim’i daha yorgun, daha hüzünlü görüyorum. Evinde kaldığım kadim dostum, köye yerleşme hazırlıkları yapıyordu; “Bir dahaki gelişinde köyde olacağız.”

Uzatmayayım. Araya olmadık bir gündem girmezse eğer, gelecek yazının konusu olsun Dersim.

10 Haziran 2022

P24 - Hayat dersi… Üç günlük dünya (platform24.org)






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...