O, yani Kenan Evren... (Arşiv'den)
Ağzından çıkan ‘kanun’du. Adı korkuyla söylenendi. Etrafında
pervane olunan ve ne dese “Hakk-ı âliniz var efendim” denilendi.
Memleketin karşı karşıya bulunduğu dahili ve harici tehdit ve tehlikeleri en iyi gören, bilen, söyleyen ve o tehlikeleri bertaraf edendi. Onun sayesinde ülke uçurumun eşiğinden dönmüştü. Onun sayesinde bölünmemiş, birlik ve beraberlik onun ve oluşturduğu rejimin etrafında kenetlenerek kurtarılabilmişti. Halkı o uyandırmıştı, devleti yeniden yapılandırırken alkış tutulandı…
Memleketin karşı karşıya bulunduğu dahili ve harici tehdit ve tehlikeleri en iyi gören, bilen, söyleyen ve o tehlikeleri bertaraf edendi. Onun sayesinde ülke uçurumun eşiğinden dönmüştü. Onun sayesinde bölünmemiş, birlik ve beraberlik onun ve oluşturduğu rejimin etrafında kenetlenerek kurtarılabilmişti. Halkı o uyandırmıştı, devleti yeniden yapılandırırken alkış tutulandı…
Tek işi devleti ve milleti kurtarmak olmayandı; o, her
şeyden anlayan, her şeye karışan, her konuda halkın duygularına tercüman
olandı. Sanatla ilgili de sözü vardı edebiyatla ilgili de. Picasso’nun dünyaca
ünlü resimlerine bakıp, “Ne var ki bunda, bunu ben de yaparım” diyendi.
“Tükürürüm böyle sanatın içine” diyenlere, beğenmediği heykellere ‘ucube’
diyenlere ilham kaynağı olandı.
Ne yapmışsa “aziz millet” için yapandı. Kendini ‘millet’
sanandı. Memleketi açıkhava hapishanesine çeviren, ‘içeri’ aldıkları için meydanlarda
“Asmayıp da besleyelim mi?” diye sorduğunda “As! As! As!” karşılığını alan,
“bir sağdan bir soldan, iki sağdan iki soldan” asarak ‘adaleti’ elden
bırakmayan, yıllar sonra bile “İdam kararlarını imzalarken ellerim titremedi”
diyendi.
İşkenceler ayyuka çıktığında, “Devleti zor duruma düşürmek
için kafalarını duvarlara vurarak kendilerini öldürüyorlar” diyendi.
Hapishaneleri ‘cezaevi’ değil birer ‘okul’ haline getirendi ve o okullarda
işkence eşliğinde okutulan yegâne dersin ‘biat!’ olmasını isteyendi. ‘Biat’
eden yaşamalı ve biat etmeyen yok olmalıydı.
‘Tek tip’ olunca memleketin cennet vatan olacağını düşünen
ve uygulayandı. ‘Aziz milleti’nin mutluluğu için gerekli olan buydu. Herkes
Türk olsa, devletin çizdiği sınırlar içinde Müslüman olsa, ‘ulu önder Atatürk’
ve kendisinin yolunda yürümeye ant içse, ‘zararlı’ ideolojilerden uzak dursa,
hiçbir şey istemese, talep etmese, şikâyet etmese, aç da kalsa, dilsiz de kalsa
‘devlet’ dese ve başka hiçbir şey demese, aklını çelmek isteyenleri hemen ihbar
etse, bazen de kendisi cezasını verse, bu memleketin tadından yenmeyeceğine
inanandı.
O sadece memleket için değil, binlercemizin kişisel
tarihlerinde adı ‘milat’ olan, adı hafızalarımıza kanla kazınandı.
İşkencelerimiz, hapisliğimiz, öldürülen arkadaşlarımız, ölüme yattığımız açlık
direnişlerimiz, gençliğimiz demekti çünkü…
O yıllarca görüştürülmediğimiz, cezaevi kapılarında itilen
kakılan, hakarete uğrayan, eziyet gören ailelerimiz demekti.
Ve o, zulme karşı insanlık onurunu; faşizme, diktatörlüğe
karşı barış ve demokrasiyi sahiplenip savunmanın anlamını asla unutmamacasına
öğrendiğimizdi.
O, yani, Kenan Evren… Yani hayatlarımızın üzerine düşen
kanlı, kara gölge. Yani, babamın katili… Öldü.
Baba, memlekete dön’
12 Eylül’de çoğu Metris’te olmak üzere 7.5 yıl tutuklu
kaldım. Bu süre zarfında annemle bir kez görüştüm. Hâlâ bile “Görüşmesem daha
iyiydi” diye düşünürüm. 10 dakika süren o görüşmenin çoğu askerlerin tacizine
cevap yetiştirmekle geçti. Çünkü annem Türkçeyi iyi konuşamıyordu ve bildiği
Türkçe de Elazığ şivesiydi. Arkasında duran asker ikide bir “Ne diyorsun sen?
Düzgün konuş” diye araya girdi o 10 dakika boyunca. Ağlayarak terk etti görüş
kabinini.
Babam birçok kez geldi İstanbul’a ziyaret için. Ama her
seferinde ziyaret ‘yasak’ idi. Son geldiğinde yarı çıplak hücrelere atılmıştık.
Tek Tip Elbise giymemiz isteniyordu. Her gün yediğimiz dayaklar bir yana,
neredeyse soluduğumuz hava dışında her şey ‘yasak’ idi; havalandırma, revir,
ziyaret, avukat ziyareti, kantin alışverişi vb. Açlık grevindeydik ve birkaç
kişiyi ziyarete çağırdılar. Açlık direnişini kırmak için bazen kullandıkları
bir yol idi bu. Gözü yaşlı annelerimiz, babalarımızın bize “açlık grevini
bırakın” diye dil dökmelerini sağlamak için.
İyi değildim. Arkadaşlarımın yardımıyla ziyaret yerine
gelebildim. Babamdı. Yıllardır görüşmemiştik. Beni bu halde görmeseydi…
Günlerdir İstanbul’da imiş. Her sabah cezaevi kapısına gelir, beklermiş.
“Memlekete dön baba” dedim, “grev bitene kadar dönmeyeceğim” dedi. “Ankara’ya
giden gelen aileler var, onlarla hareket etsen…” dedim. Bir şey demedi. Yol
bilmez, yordam bilmez naçar babam Ankara’ya gidip ne yapacaktı. Tekrar
“memlekete dön” dedim. “Dönmeyeceğim” dedi. O an benim dilim lal olaydı keşke.
Taş olaydım. Düşüp kalaydım orada. Bir Pepuq Kuşu olaydım ama o lafı
söylemeyeydim… “Kal o zaman” demeyeydim, “cenazemi götürürsün memlekete”…
Benim ömrünü hamallık yaparak çocuklarını okutmaya vakfetmiş
çilekeş babamın yıllardır gözlerimin önünden gitmeyen resmi, onun gözyaşlarını
tutamadığı o andır…
Babam bana asla “Direnişi bırak oğlum” demedi. Çaresiz ama
bir o kadar da onurlu bir adamdı. Askerlerin onu itip kakarak görüş yerinden
çıkarması bundandı…
İzleyen günlerde açlık grevini “asker sözü, işkenceler
bitecek” sözü karşılığında bıraktık. (Ama yasaklar ve işkenceler devam etti.)
Bir gün, Cumhuriyet gazetesine verilen küçük bir ilanda
gördüm resmini; “Dernek girişimimizin onurlu üyelerinden Emirali Solgun…”
Çıktıktan sonra öğrendim. Beyin kanamasından vermiş son
nefesini. Hastaneler “ölüyor bu” deyip almamışlar. Evde son sözleri, “O daha
çocuk” olmuş…
Dün, Anneler Günü idi. Annemi aradım. Sabah erkenden kalkıp
babamın ve ablamın mezarlarına su dökmeye gitmiş. “Anne” dedim, “duydun değil
mi, Kenan Evren ölmüş”. Biliyordu. Adına lanet okudu. “Çok zulmetti bize oğlum”
dedi. Ağladık.
Zulmedenlerin kaderi, aldıkları ‘ah’larıdır anaların.
11 Mayıs 2015
Yorumlar
Yorum Gönder