Ana içeriğe atla

Marifet ve erdem dediğin...

Hayat işte… Akıp gidiyor bir şekilde… Beraberinde birikmiş ve biriken hasretler, umutlar ile. Hasretlerin, umutların, yapamadıkların ve yapmak istediklerin bir şekilde akıp giden hayatla birlikte omuzlarında, yüreğinde, ne yalan demeli, her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Ve ne yalan demeli, onları taşımak için ihtiyacın olan güç her geçen gün daha da artmıyor, azalıyor, zayıflıyor; yoruluyorsun…

Yoruluyorsun… Yorgunluk hissi, gözlerine, bakışlarına yer etmiş hüzünle kol kola ruhunu teslim almışsa, yapamadıkların ve yapmak istediklerin, birer aşılmaz dağ misali büyüyor önünde uzanan yol üzerinde. Ve o yoldur hayat sonuçta, yürümek gerektirir; aslolan yürümektir denir hani. Aslolan yürümektir, yaşamak yani; yani anlam katmak varlığına veya varlığınla anlamlı kılmak yaşamayı… Yoksa, yaşamak dediğin nedir ki? Bir farkın olmalı ömrünce bütün çabası beslenmek, üremek ve barınmak olan herhangi bir canlıdan…
“Dayan dizlerim…” diye olmadık sınavlarını hayatın göğüslemiş olabilirsin. Ama işte insanlara güvenini sarsan acılara katlanmışsan, altında kalıyorsun bunun. İnsanlara güveninle birlikte kendine güvenin de sarsılıyor. İlginç bir paradoks. İnsanlara güvenin sarsılmışsa özgüvenine daha çok yaslanmak gereği doğar halbuki… Mesele, en çok sevdiğin, en çok benimsediğin insanlardan yana yaşadığın kırıklıkların acısı galiba. Belki aynı değer ve duyarlılıkların sahibi olduğunuzu düşündüğün; belki aynı duyarlılıkları paylaştığına inandığın; belki, varlığını gereğinden çok özdeş kıldığın için… O zaman daha büyük ve daha acı kırılıyorsun. Yorgun ve zayıf hissediyorsun kendini…
Kendini özdeş hissettiğin insanlardan yana karşı karşıya kaldığın değersizlik, duyarsızlık, olmadık yalan, dolan, riyakarlık ve vicdani yoksulluk, karanlık, kötülük, şaşkına uğratıyor insanı. Şaşkına uğramak ne kelime, bozguna uğruyorsun… Yenilgi ve çaresizlik duygusu… İşte o yorgunluğun altında ezilmene sebep bu yenilgi ve çaresizlik duygusu oluyor. Hayatın boyunca “Hayatta en kötü duygudur yaşayabileceğin” diyerek uzak durduğun…

Ve bu, zor bir anında hayatın, hesaplayamadığın bir kötü sürprizle karşılaştığında, bir an kadar kısa bir sürede vermen gereken bir karar gibi değil. Kuşatılmışsın mesela ve bir karar vermek durumundasın. Bilirsin, vereceğin karar, hayatının yönünü, kaderini tayin edecektir az sonra. Ama ölüm de olsa ucunda, orada olmaklığına sebep nedenlerin, gerekçelerin vardır ve o nedenlere olan bağlılığında içtenliğindir, kesinliğindir sınanan. Bilirsin…
“Acemisi olduğum bir hayat” demiştim yıllar önce. Hayatımın en zor sınavı demiştim. Bu yorgunluk ve yenilgi duygusunu yaşadığım ve kendime kapandığım başka zamanlarım da oldu. Her defasında ayağa kalktım yürümek için.

***
Bazen dalıp gidiyorum kuzuma bakarken, gözlerim yaşarıyor. Onu düşünmek, adını anmak bile gözlerimi yaşartıyor zaten. Böyle bir anımda gözlerimin yaşardığını fark etti ve o da ağlamaklı oldu. Geldi sarıldı bana. Beni ağlarken görmesini bile hiç istemezken, ağlaştık bir süre. “Dişim çok ağrıyor kızım” dedim. Gerçekten de ağrıyordu, iki gece uyuyamamıştım ağrısından. O anda bulduğum “masum” gerekçe bu oldu. Ertesi gün okuldan aldığımda, “Uyumadan önce dilek tuttum baba” dedi, “Dişinin ağrısı geçsin diye.” “Geçti kızım” dedim ben de. Geçmişti biraz gerçekten de.

Diş ağrısıdır, geçer. Hayatta yüreğin ağrımasın kızım. Dedim içimden.

***
O, bunu biliyor. O’nun için yaşadığımı, çalıştığımı…
Hayat işte… Geçiyor bir şekilde… Bazen onu altında kaldığın bir ağırlık gibi yaşasan da… Ayağa kalkacak ve yürüyeceksin… Elbette ayağa kalkacak ve elbette yürüyeceksin…
Çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz var ve onlara vermekten kaçamayacağımız, kaçınamayacağımız hesaplarımız… Başka türlü “hesapları” olanların asla veremeyeceği hesaplarımız hem de…

Hayattır, bazen bir “ağırlık” olur omuzlarında; kalkarsın altından… Elbet kalkarsın… Marifet, erdem ve “insan” olmak odur ki, alnının akıyla çocuklarına vereceğin hesabın sahibi olabilesin…

Hayat işte… Öylesine...
 

10 Mart 2019

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...