Ana içeriğe atla

Entelektüel ırkçılık!

 Deprem, ülkemizin bir gerçeği. Siyasetler üstü bir hassasiyetle ele alınması gereken bir sorun. Ancak maalesef bu gerçeğimizi sadece depremle sarsıldığımız ve canımızın yandığı günlerde hatırlıyor, sonra da unutuyoruz. Deprem tekrar kendini hatırlatana değin…

Geçtiğimiz 26 Eylül’de İstanbul’da, sonrasında Manisa’da meydana gelen orta şiddetteki depremler henüz gündemimizde iken, 24 Ocak günü bu kez Elazığ’da sarsıldık. 40’ın üzerinde canımızı kaybettik, çok sayıda yaralı var ve enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. 

Deprem gibi “doğal afetlerin” deyim yerindeyse “hayırlı” bir tarafı varsa, o da, bizi etnik köken, din, mezhep veya siyasi görüş ayırt etmeksizin bir araya getirmesi. Bu tabii ki doğal ve olması gereken bir insani tavır. Ve keşke deprem zamanlarında ortaya çıkan bu insani yönümüz, sonrasında da devam etse ve biz yeniden etnik, dini veya siyasi kutuplarımıza geri dönmeden sorunlarımıza “ortak” çözümler arama erdemini gösterebilsek…

Ne var ki deprem zamanlarında dahi içindeki kötülüğün esiri olanlar var. 

Mesela sosyal medyada “Şu anda enkaz altındayım” türü paylaşımlarda bulunan troller oldu. Yine sosyal medyada henüz olayın sıcaklığının devam ettiği dakikalarda “Şu kadar kişi öldü, ölü sayısı artıyor, devlet ölü sayısını gizliyor” mesajları yazanlar oldu. Çok sayıda “deprem vergilerimizi ne yaptınız?” diyenler de oldu.

Bunlar ne tür insanlar; anlamak gerçekten mümkün değil… 

“Felaket tellallığı” yapmayı, etrafa kötülük saçmayı “muhalefet” yapmak sanıyorlar belli ki…

Oysa bu şekilde iktidarı “sıkıştırdığını” filan zannedenler, gerçekten demokrasi, gerçekten barış, gerçekten toplumsal refah için muhalefet yapanlara sadece zarar vermiş oluyorlar.

Felaket anında doğal ve insani olan maddi ve manevi olarak yardıma koşmaktır. Devletin ilgili birimlerini göreve çağırmak, yardımcı olmaktır. Bir lakaytlık, ciddiyetsizlik, sorumsuzluk varsa eleştirmek, uyarmaktır. 

Tabii ki deprem vergilerinin hesabını da sormalıyız… Yıkılan binalara kimin nasıl imar izni verdiğini de sorgulamalıyız… O binaları yapan müteahhitlerin yakasına yapışmalıyız… Hükümetin depremle ilgili politikalarını da sorgulamalı, sorumluluklarını hatırlatmalıyız… Ve bütün bunları insani bir yurttaşlık görevi bilinciyle, duyarlılığıyla yapmak zorundayız.

Ne var ki yukarıda örneklendirdiğim türden kötülük ve felaket tellallarının muradı ve meramı başka.

Bunlardan en çirkin olanı ise, Sevan Nişanyan isimli şahıs.

Tarihçi, dilbilimci, yazar filan gibi sıfatlar taşıyan bu kişi, depremden bir gün sonra öyle iğrenç tweetler attı ki, inanılır gibi değildi. 

Sadece birini örnek olsun diye yazacağım:

“Gelen tepkilerden net olarak anlaşılıyor ki Elazığlıların ve onları savunanların yeryüzünden topluca silinmesi, -Elazığlıların kendileri dahil- tüm insanlık için hayırlı olacaktır.”

Adamın (“adam” deyişim sözün gelişi) kadın düşmanı, sol düşmanı, hastalık düzeyinde kibirli, yalancı biri olduğu iyi-kötü biliniyordu da, aynı zamanda bayağı bir ırkçı, faşist, halk düşmanı olduğunu, doğrusu bilmiyordum.

Tanıyanlar bilenler, daha önce adamın gadrine uğramış olanlar, “ilgi çekmek, dikkat çekmek çok hoşuna gider, hasta biri” diyorlar. “İlgi ve dikkat çekmek” için böylesine ırkçılık yapabiliyorsa, gerçekten tez elden tımarhaneye kapatılması gereken biri olduğu anlaşılıyor. 

Ama öte yandan böylesine apaçık bir ırkçılığı sırf Sevan Nişanyan dile getirdi diye savunmaya yeltenenler olduğunu görmek, beni bir kez daha şaşkına uğrattı, düşündürdü. 

“Elazığlılar ve onları savunanlar yeryüzünden topluca yok olsun” şeklindeki bir hastalıklı ırkçı lafı herhangi biri etse derhal onu yerden yere vuracak olanlar, Nişanyan’ın lafında entelektüel cevherler aramaya kalktılar. 

Sözüm ona entelektüel bir üslupla kendilerini zorlayanlar bir yana, bazıları “Soykırıma uğramış bir halkın çocuğu hoş görmek lazım” dedi, bazıları “Delidir ne yapsa yeridir” mealinde savunmaya çalıştı. 

Birinin de olumlu bir anlam yükleyerek adam için (dedim ya, “adam” lafın gelişi) “entelektüel terörist” dediğine tanık oldum.

Sevan Nişanyan’ın entelektüel oluşunun beş paralık değeri yok artık.

Hitler’in de gayet “entelektüel”, akıllı, zeki bilim insanı danışmanları, hizmetkarları vardı. Ama biz onları “entelektüel” veya “bilim insanı” olarak değil faşist olarak hatırlıyoruz ve tarihe de öyle geçtiler.

Sevan Nişanyan bir ırkçı, halk düşmanı, faşisttir. 

Kalan ömrünü Türkiye halklarından özür dileyerek geçirmesi gerekir diyeceğim ama, o, sosyal medyada ırkçılığını savunmaya, kendisine gelen ırkçı tepkiler üzerinden demagoji yaparak o laflarını savunmaya devam ediyor.

Bu yüzden sözüm ona değil; hala bu kişinin laflarında entelektüel, “düşünsel” bir hikmet arayanlara… Yapmayın! Ayıp! 

Solcu olmak, demokrat olmak, muhalif olmak veya “entelektüel” olmak ise meramınız, ırkçılık karşısında çiftestandartçı olmayın. İnsan olun, yeter…

CS. 29 Ocak 2020



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...