Tezkere tamam ama aklımızda olsun...

Türk Silahlı Kuvvetlerini “gerektiği taktirde” sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere Irak ve Suriye’ye yollamak için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a iki yıl süreyle yetki veren tezkere, TBMM’de AKP, MHP ve İyi Parti oylarıyla kabul edildi. Tezkerede, “Yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması” şeklinde bir madde de var ve bunun ne tür bir “ihtiyaca binaen” tezkereye ilave edildiği, doğal olarak merak uyandırdı. Önümüzdeki günlerde kokusu çıkar, anlarız herhalde…

Önceki tezkerelere “Aman AKP’ye koz vermeyelim, yerli-millî oluşumuza halel gelmesin” hassasiyetiyle (!) destek veren CHP, bu kez tabanından gelen baskıyı dikkate alarak “hayır” oyu kullandı. 

Söz konusu yetkinin iki yıllık bir süreci, yani eğer zamanında yapılırsa 2023 seçimlerini de kapsaması, öyle görünüyor ki, CHP’nin bu kez farklı tutum almasında etkili oldu. Seçmen nezdinde yakaladıkları yükselen grafikle tezat oluşturan bir duruma düşmediler ve olası “savaş” senaryolarının gerçekleşmesi halinde “Biz hayır oyu vermiştik” diyebilecekler. AKP’nin Suriye’de izlediği siyasi ve askerî manâda “agresif” politikaları eleştirip de tezkerelere “evet” demenin tutarsızlığını unutturabilme şansları doğdu hiç değilse. Bunun, özellikle konuya daha fazla duyarlı olduğu bilinen Kürt seçmen nezdinde önemli bir anlamı var; sanıyorum CHP kurmayları bunun da farkında.

Bu gelişme, AKP’nin iktidara geldikten sonra gündeme gelen ilk tezkere sınavını hatırlattı bana. Köprülerin altından ne çok sular akmış meğer…

2001 yılında El Kaide’nin kanlı saldırılarının ardından Afganistan’ı işgal eden ABD’nin hedefindeki ikinci ülke, Irak’tı. Afganistan işgali ABD’nin bu ülkeden çekilmesi ve ülkenin yeniden Taliban esaretine terk edilmesiyle son buldu. “Kimyasal silah üretiyor” iddiası nedeniyle işgal edilen Irak’ta Saddam diktatörlüğü devrildi. Kimyasal silah iddiaları kanıtlanamadı. Irak, kaosa sürüklenen Suriye ile birlikte barbarlığıyla dünyayı şaşkına uğratan IŞİD’ın karargahlarından biri haline geldi. IŞİD özellikle Kürtlerin özverili mücadelesi sonucunda büyük ölçüde tasfiye edildi ama bu ülkeler hala kendi iç istikrarını inşa edebilmiş de değiller. Suriye, küresel ve bölgesel güçlerin çok denklemli nüfuz savaşlarının sahnesi olmaktan yakın gelecekte kurtulabilecek gibi görünmüyor…

Kürtler, bu süreçte tarihlerinde olmadığı kadar dünya ölçüsünde sorun, talep ve beklentileriyle birlikte “görünür” hâle geldiler. Ancak kendi kaderlerini tayin etme kudreti elde etmeleri, kendi iç sorunları bir yana, ABD ve Rusya başta küresel güçlerin, daha da önemlisi Türkiye, İran ve İran etkisindeki Bağdat rejimi nezdinde bölgesel aktörlerin Kürt sorunuyla ilgili tutumlarını köklü şekilde değiştirmelerini gereksiniyor. 

ABD ve Rusya, bölgesel dengeler bağlamında çıkarları gereği Türkiye ile açıktan karşı karşıya gelecek bir politikadan uzak duruyor. Türkiye’nin Irak’ta PKK’yi, Suriye’de PYD-YPG’yi işaret ederek düzenlediği harekâtlara göz yumuyor. Türkiye’nin jeopolitik önemi kadar ekonomik, ticari, askeri (siz bunu “silah pazarı” anlayın) potansiyeli, bu, “durumu idare etme” tutumunun temel gerekçesini oluşturuyor. 

Peki nereye kadar? İktidar koalisyonunun “acar-atakan” ortakları MHP ve Perinçek partisine kalsa, Irak’ta Kerkük’e, Suriye’de Halep’e, hattâ Şam’a kadar yolu var. Ama işte bu da harita başında oklar çizmek kadar kolay değil…

Kesin olan şu; mevcut fiilî durum ilelebet sürmez. 

Irak Kürdistanı’nda (“Başur”) KDP’nin 2017 yılında bölgesel ve uluslararası baskıları göğüsleyerek düzenlediği referandumda halkın iradesi “bağımsızlık” şeklinde tecelli etti. Referandumun sonucu hayatiyet kazanamadı. Aksine Kürtler Bağdat karşısında Kerkük başta olmak üzere kontrol ettikleri bazı bölgeleri ve kimi siyasi kazanımlarını yitirdiler. Ama oradaki federal yönetimin meşruiyeti ve halkın fiili duruma adını koyan iradesi bakımından bu bir dönüm noktasıdır; tarihe böyle yazıldı.

Suriye Kürdistanı’nda (“Rojava”) omurgasını PYD-YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki özerk bölgenin durumu kuşkusuz birçok açıdan farklılıklar arz ediyor. Ancak orada da gelinen noktanın siyasi ve idari manada bir karşılık bulması, Suriye’de nihai barış ve çözüm için kaçınılmaz olarak varılacak noktadır. TSK’nın ele geçirdiği bölgelerde bir tür “koloni” idareleri oluşturmasına “işte çözüm bu!” diyenlerin ne tarihten, ne sosyolojiden ve hatta ne de savaştan haberleri var…

Tezkerenin önünü açtığı yeni harekâtlar, operasyonlar, savaş hâli, bu tabloyu değiştirebilir mi? Mesele PKK ve YPG’yi “etkisiz hâle” getirmek ise bu durumda bile “sorun” daha da ağırlaşmış olarak kendisini sürdürmeyecek midir?

***

Yukarıda hatırlattığım 1 Mart tezkeresi, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesini” içeriyordu. Tezkerenin parlamentoda dönemin başbakanı Abdullah Gül ve henüz hükümette yer almayan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm gayretlerine rağmen reddedilmesinde, “savaşa hayır” kampanyalarının, protesto gösterilerinin, kamuoyu tepkisinin büyük rolü olmuştu. Üniversite gençliği, işçiler, sendikalar, insan hakları kuruluşları, savaş karşıtı platformlar günlerce sokaklarda, meydanlarda güvenlik güçlerinin “orantısız şiddet” kullanmalarına, gözaltı ve tutuklamalara göğüs gererek “savaşa hayır” demişlerdi…

2003’teki 1 Mart tezkeresi parlamentoda reddedildi ama aynı yıl meclisten peş peşe tezkereler geçti, hatırlatmadan geçmemek gerek:

20 Mart 2003’te, “Irak’a müdahalede yabancı savaş uçaklarının Türk hava sahasını kullanabilmesi” ve “TSK’nın Kuzey Irak’ta görevlendirilmesi”ni içeren yeni tezkere Meclis’te AKP oylarıyla kabul edildi. Dönemin DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ve 2 milletvekili de tezkere için “Evet” oyu kullandı.

ABD ve İngiltere güçleri aynı gün sabaha karşı Irak’a askeri müdahaleye başladı. Bağdat Cruise füzeleri ve uçaklarla vuruldu.

7 Ekim 2003’te, “Gereği, kapsamı, sınırı ve gönderme zamanı hükümetçe belirlenmek üzere” Türk askerinin 1 yıl süreyle Irak’a gönderilmesini içeren üçüncü tezkere Meclis’teki gizli oturumda görüşülerek AKP milletvekillerinin 183’e karşı 358 “Evet” oyuyla kabul edildi.

Tezkerenin Meclis’ten çıkması şartıyla ABD’nin Türkiye’ye 8,5 milyar dolarlık kredi açması ve “Türkiye’nin savaş sonrası Irak’ın yeniden yapılandırılmasına katkısına” ilişkin Ali Babacan’ın ABD’yle imzaladığı Dubai Anlaşması hükümleri, tezkere metninde de aynen yer aldı. Dönemin Başbakanı Erdoğan, AKP’nin kapalı grup toplantısında milletvekillerini ikna için “BM kararına gerek yok. Meşruluğa siz karar vereceksiniz. Biz meşru diyorsak meşrudur” dedi.

O günlerde de sokaklarda, meydanlarda, MGK toplantısının yapıldığı Çankaya Köşkü ve parlamento önünde savaş karşıtı gösteriler oldu.

*** 

Şimdilerde “savaşa hayır” demenin karşılığı, en yüksek perdeden “hain” olarak yaftalanmak, kendini hapishanede bulmak oluyor. Ülkeyi yönetenler, bu “hain, terörist” yaftalamalarını hiçbir dönem olmadığı kadar sıradan hâle getirdiler ve iş öylesine zıvanadan çıktı ki neredeyse ülkenin kötü yönetildiğini düşünen herkes potansiyel “terörist” oluverdi. 

Tezkere gündeme geldiği gibi hızla geçti meclisten. Sosyal medyadaki rüzgâr bir yana sokaklarda çok fazla “hayır” sesleri duyulmadı. Mümkündür ki bu görece sessizliği insanların korkmasına, yılmasına, “aman başımız belaya girmesin, önümüz kış, hapishane de çekilmez şimdi” kaygılarına yoruyorlar. Olabilir. 

Ama bu “ferahlık” yanıltıcıdır. Çünkü siyasi tercihi ne olursa olsun insanlar savaş istemiyor. Çocuklarının orada burada ne için olduğunu anlayamadıkları sebeplerle savaşmasını, yaralanmasını, hayatını kaybetmesini istemiyor. “Şehitler tepesi boş kalmayacak” türü dinî ajitasyonlar da kimseyi heyecanlandırmıyor artık… En azından benim gördüğüm, gözlemlediğim bu.

Erdoğan ve AKP sözcülerinin “ekonomik kriz yok, işsizlik yok, açlık, sefalet yok, bolluk bereket var” türü açıklamalarını acı acı gülümseyerek dinleyen, geçim derdindeki, yüzlerinden düşen bin parça, dertli, mutsuz, geleceğinden yana kaygılı insanların doldurduğu sokaklara bakan herkes de görür bunu…

Tezkere meclisten geçti, Sayın Erdoğan iki yıl boyunca istediği yetkiyi elde etti. Ama “Amerika ne der, Rusya ne der” ihtimalleri bir yana, asıl yaşam gailelerinden gına gelmiş bu “sessiz çoğunluk” ne der, ona bakmak lazım…

Aklımızda olsun: Savaş acı, gözyaşı, ölüm, yıkım demektir ve Marcus Tullius Çiçero’nun dediği gibi, “En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.”

-29 Ekim Cumhuriyet Bayramını unutmuş değilim elbette. Bu bayram, rehberi demokrasi ve barış olan bir cumhuriyette barış içerisinde bir arada yaşama özlem ve umudumuzu çoğaltmamıza vesile olsun… 

29 Ekim 2021 P24 Blog - Tezkere tamam ama aklımızda olsun


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...