Biraz insaf, biraz izan, biraz vicdan, biraz edep!

Devletin kışkırtmasıyla birçok insanın yine sokağa dökülüp yağmaya, talana girişmeyeceğinin, insan avına çıkmayacağının güveni içinde miyiz?

Irkçılık her yerde ve her halükârda kötü bir şey ama her vesileyle söyleme, hatırlatma gereği duyuyorum, çeşitliliğiyle anlamlı, değerli Anadolu coğrafyasında özellikle kötü. Çünkü bu coğrafyanın tarihine, tarihî dokusuna, birbirinin içine geçmiş etnik, dinî, kültürel yapısına, her şeyine ters. 

Kim ne kadar Türk, ne kadar Kürt veya Ermeni ya da Rum? Dünyada ve hele ki bu coğrafyada saf, katışıksız bir ırk var mı, olabilir mi? 

Belki hala kaldıysa Afrika veya Latin Amerika’nın balta girmemiş ormanlarının derinliklerinde vardır ırkı saf, katışıksız olan kabileler; henüz “medeniyetle” tanışmamış oldukları için. Ama onların da şu veya bu halktan üstün olmak gibi ırkçı iddiaları yok zaten.

“Irkımız” insan olmak. Bir parçası olduğumuz doğanın en enteresan ve akıllı olmasıyla diğer canlılardan ayrışan, “efendi” olduğunu zanneden türüyüz. Sahip olduğumuz “akıldan” hareketle doğayı mahvetmekle meşgulüz, malum. Doğayla birlikte kendi türümüzün geleceğini de tahrip ediyoruz bu arada. Gerisi kendi uydurduğumuz, “kullanışlı” olduğu için de ısrarla sürdürdüğümüz, doğada hiçbir karşılığı olmayan etnik, dini, ideolojik ayrışmalar, kamplaşmalar ve bunlarla gerekçelendirdiğimiz kavgalar… 

Neyse, dağıtmayayım konuyu. Meselemiz öncelikle kendimizle çünkü. Yaşadığımız, yurt bildiğimiz ülkeyle. Birçok nedenle Kürt olarak, Ermeni, Rum veya Yahudi, Süryani, Êzidi olarak, Alevi olarak “eşit” olamasak da bir parçası olduğumuz, olmak için mücadele ettiğimiz toplumla. Esas olarak da oldum olası “özde ve sözde” ya da “makbul ve değil” ayrımlarıyla ülkeyi yöneten devletle…

Hatırlarsınız, bir ara E-Devlet uygulamasında kayıtlardaki soy kütükleri erişime açılınca herkes evveliyatını merak eder olmuş, sistem kilitlenmişti. 

Birçok Türkçü vatandaş evveliyatında Ermenilik çıkınca bunalıma girmişti, birkaç habere de konu oldu. Sonra düştü gündemden. Oysa bu coğrafyanın gerçekleriyle yüzleşmek için iyi bir fırsat olabilirdi. 

Anadolu tarihsel olarak Ermenilerin (de) yurdudur; bu gerçeği inkâr etmek mümkün müdür? Günümüzde korku ve tedirginlik içinde yaşayan ve sayıları itibarıyla marjinal bir nüfus olmaları, bu gerçeği değiştirebilir mi? Aynı şey kaldığı kadarıyla Rumlar için de diğer azınlık “gayri müslim” kesimler için de geçerli. (Bu “gayri müslim” tabirinin özünde de düpedüz kendisini merkeze koyan bir ayrımcılık var, o da ayrı bir konu.)

Netflix’teki bir diziden hareketle “Geçmişte kötü şeyler olmuş” diye düşünenlerimiz çok oldu. Ama 6-7 Eylül 1955’te sonradan “Muhteşem bir özel harp operasyonu” olduğu ortaya çıkan o “kötü” olaylarda koşa koşa figüranlık yapan insanların “bizim insanlarımız” olduğunu biliyoruz, değil mi? Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta “Alevi öldüren cennete gider” diye sayıklayanlar da öyleydi…

Bu utançla sahici bir yüzleşme oldu mu ülkemizde?

Devletin öncülük ettiği bir kışkırtmada bir kez daha birçok insanın sokaklara dökülüp yağmaya, talana girişmeyeceğinin, insan avına çıkmayacağının güveni içinde miyiz? 

Mülteci düşmanlığı da düşündürücü, ürkütücü boyutlarda tırmanışta yine. Geçen ay İzmir’de üç Suriyeli mülteci yakılarak öldürüldü. Birkaç gün önce İstanbul’da mültecilerin yaşadığı evi bastı bir grup eli sopalı, bıçaklı saldırgan ve Nail Elnaif isimli 19 yaşındaki bir genci bıçaklayarak öldürdü. Nail’in Facebook sayfasında Arapça “Hayalim savaşın bitmesi ve hayatta kalmak” yazıyordu…

Sağcısı solcusu, dindarı laiki, şu veya bu partinin taraftarı veya karşıtı, oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor mülteci düşmanlığı… Bazıları “ırkçı değilim ama…” diyerek başlıyor söze ve ardından bariz ırkçılık içeren tutumlar sergiliyor; “Soysuz Araplar ne işiniz var güzelim ülkemizde!” Araştırsan, belki de Araplık var kökeninde. Sülalesinin bir yerlerden göç ederek bu coğrafyaya gelmiş olması da kuvvetle muhtemel. Ama bunu söyleyebiliyor yine de…

Düşünmek gerekmez mi, bu insanlar yurtlarından, topraklarından, evlerinden, işleri güçlerinden, tarihlerinden, anılarından kopup da neden adı bile dosdoğru konulmayan bir mültecilik yoluna girmişler? Sahi cesedi kıyıya vuran Alan Kurdî’nin o fotoğrafını görünce de mi kalbiniz titremedi? Bu ırkçı vatandaşların çoğu devletin Suriye politikalarını sorgulamanın (“6 ay içerisinde Şam’daki Emevi Camisinde namaz kılacağız”) kıyısına bile yanaşmıyor üstelik, “riskli” çünkü…

Geçen yıl değil miydi, orman yangınlarından “terörist Kürtleri” sorumlu tutan bazı kişiler yol kesip gelip geçenlerin kimliklerini kontrol etmişlerdi. Kazara bir Diyarbakırlı, Hakkarili yurttaşa denk gelseler ne yapacaklardı acaba?

Memlekette kayda değer sayıda Ermeni, Rum kalmayınca kendisini bu etnik kimliklere düşmanlık üzerinden ifade edenlerin dikkati, devlet aklındaki yeri “bölücülük tehdidi” olan Kürtler üzerinde yoğunlaştı epeydir. Aslında uzun yıllar boyunca “Kürtler karda yürürken kart-kurt sesleri çıkaran Türklerdir” deniyordu ama kaskatı inkar zihniyeti akamete uğradı, “bölücülük” baki kaldı. 

Kürtlere karşı ırkçılığın revaçta bir “kod adı” var, malum; “bölücü” veya “terörist” olma ihtimali… Kürt olmak “sorun” değil yani, sözde. Ama “terörist” olma ihtimali kimliğinizde yazılı memleketiniz.

Anadolu ve Yukarı Mezopotamya Kürtlerin (de) yurdudur. Peki bu gerçek inkâr edilebilir mi? Hem nüfusları itibarıyla “marjinal” de değiller, hâlâ ülke nüfusunun üçte birini oluşturan, maruz kaldıkları katliam ve inkâr-asimilasyon süreçlerine, yasak ve baskılara rağmen dillerini, kültürlerini, varlıklarını koruyan, sürdüren bir halk. 

En son HDP Milletvekili Semra Güzel organize bir linç ile karşı karşıya. Dokunulmazlığının kaldırılması için jet hızıyla fezleke de hazırlandı, yarın öbür gün mecliste oylanır ve muhtemelen aynı gün kendisini önce gözaltında sonra da hapishanede bulur. 

Mesele ne? “Terörist sevgilisi ile fotoğrafları çıktı!” Kadın kendini savundu; öğrencilik yıllarında sözlü imişler. Herkesin Kandil’in yolunu ezberlediği “çözüm süreci” döneminde o da gitmiş, uzun zamandır haber alamadığı eski sözlüsünü görmüş, o zaman çekilmiş fotoğraflarmış, vb. O dönemde onlarca aile de Kandil ve dolaylarındaki dağların yolunu tutmuştu, çocuklarını görmek veya bir haber almak için… (Bunu yazdım diye savcılar “kimdi onlar?” diye sorarsa o günlerin gazetelerini bulayım bari şimdiden…)

Yandaş medyanın başını çektiği linç kampanyası Güzel’in bu savunması üzerine dağılacak değil tabii, madem Reis “Mecliste terörist istemiyoruz” dedi, “tiz kellesi urula!”

Kimseler de demiyor ki yahu “terörist” diye bir “canlı türü” mü var? Adı geçen kişi de (Volkan Bora) bu toprakların çocuğu. Burada doğmuş, büyümüş, okumuş, dağa çıkmış, ölmüş… Burada mevzu onun veya bir başkasının siyasi tercihi filan değil. Eğer haberiniz yoksa, bilmiyorsanız ben söyleyeyim de haberiniz olsun; dağdaki insanların da geride bıraktıkları aileleri, yakınları, bazılarının eşleri, çoluk çocuğu var. Onlarla mücadele etmek gerekçesi ile hepsine birden topyekûn savaş mı ilan ettiniz? HDP’li olmakla “terörist” olmayı eş anlamlı hale getirerek bu partiye oy veren milyonlarca insanı “potansiyel terörist” görmüş olmuyor musunuz? Bu tutumunuz yüzünden öteden beri dillendirilen “PeKaKa ayrı Kürt kardeşlerimiz ayrı” türü söylemlerinizin inandırıcı bir tarafı kalmadığını cidden görmüyor musunuz? Pardon ama kör müsünüz?

Biliyorum, “Ya şehit aileleri?” diyenler olacaktır. Çünkü ne zaman Kürt sorunundan, barıştan, sorunun ürettiği acılardan söz açacak olsam bununla karşılaşıyorum. Burada dile getirdiğim mesele ile bir alakası olmamasına rağmen bu yazımdan hareketle de bu soruyla karşılaşacağım. 

Ne diyebilirim ki, acıları yarıştırmak ahlakî bir tutum değil. O insanların ölümü ve ailelerinin yaşadığı acı da en net ve kararlı şekilde barışı savunmamızın gerekçesidir. 

“Ya Diyarbakır anneleri?” diyenlere de cevabım aynıdır. Çocuklarını sahiplenmek her anne ve babanın saygı duymak gereken hakkıdır, hele ki reşit olmayan çocuklar söz konusuysa. Asıl sorgulanması gereken o insanları sessiz, barışçıl, meşru eylemleri yasaklanan Cumartesi Anneleri’ne karşı siyaset argümanı olarak kullananların samimiyetidir…

Malum, İBB’de İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin “teftişi” var bir de. Belediye bünyesinde “terörle iltisaklı” çalışanlar varmış! Hâlihazırda bazı Kürt din adamlarının “iltisakını” tespit etmişler gibi görünüyor. İBB, DİAYDER (Din Âlimleri Yardımlaşma Derneği) adlı 2008’de kurulmuş bir dernek referansıyla 5 gassal (ölü yıkama görevlisi) işe almış meğer… Bir de bir yakını üzerinden “iltisakı” tespit edilen bir çalışan teşhir edildi. O da can güvenliği kalmadığı için istifa etmiş. 

Arama ve “teftiş” çalışmaları sürüyor, yüzlerce olmasa bile birkaç kişi daha bulurlar gibime geliyor. Bu “iltisak” meselesini biraz çeşitlendirebilirler de. “Kokteyl” olsa daha etkili olur diye düşünmeleri mümkün. Ama esas ilgileri öyle anlaşılıyor ki Kürtler.

İBB avukatı değilim, kendilerini savunuyorlar zaten, “Bize ne, adlî sicil kayıtlarında bir şey yoktu, varsa sizin sorumluluğunuz” filan diyorlar. 

Meseleye bir başka açıdan bakmayı deneyelim mi?

Velev ki istifa eden o kadın çalışan gibi bir yakınınız, dağda… Velev ki nasıl olmuşsa Kürt din âlimi kimliğiniz bir anlam ifade etmiş ve hayatını kaybeden Kürt yurttaşlar için “gassal” olarak belediyede işe alınmışsınız… Velev ki içeri düşmüşsünüz, yargılanmış hapis yatmışsınız bir tarihte… Velev ki devletin son derece geniş bir yelpazede “terörist” saydığı yapılardan birine tarihin birinde değmişsiniz, revaçtaki tabirle “iltisakınız” olmuş… Ama “aranıyor”, “soruşturuluyor” değilsiniz, gerekli gereksiz her yerde istenen adlî sicil kaydınızda bir sorun görünmüyor… Çalışmayacak mısınız? Hayatınızı nasıl idame ettireceksiniz? 

Elinizi sallasanız yakın veya uzak evveliyatında bu tür bir geçmişi olan insanlara çarparsınız. Neticede Türkiye’de yaşıyoruz…

Devlet Bahçeli dedi ya, “Ya şehrin içme suyuna zehir katarlarsa?” Bu tür olmadık korku senaryolarının varsa ciddiye alınacak bir tarafı, devletin güvenlik ve istihbarat kurumları bunun için yok mu?

Aynı gökyüzünün altında ve aynı yerkürenin üzerinde yaşıyoruz ama şöyle bir yoklayalım vicdanlarımızı, kararmamış, körelmemişse eğer; kendi dışımızda insanların derdiyle, davasıyla, acısıyla sevinciyle ne kadar alakamız var? 

Büyüklerimiz söylerdi, biraz insaf, biraz vicdan, biraz izan, biraz edep sahibi olduğumuzda hayata ve insanlara karşı duruşumuz daha insanî ve erdemli olur. 

-Unutmuyoruz. Arkadaşımız Hrant için, Adalet İçin 2007 yılından beri olduğu gibi 19 Ocak günü aynı saatte Agos’un önündeyiz.

14 Ocak 2022 

P24 - Biraz insaf, biraz vicdan, biraz izan, biraz edep (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...