Ana içeriğe atla

Geçmişle gelecek arasında sıkışmış bir şimdiki zaman

Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hale gelir. -- John Berger

İki yılı aşkındır devam eden pandemi sürecinde korona sebebiyle, kalp krizi, kanser gibi hastalıklar sebebiyle peş peşe çok arkadaşım hayatını kaybetti. Çoğu hapishane süreçlerinden arkadaşımdı. Sizde de oluyor mu bilmiyorum, elim telefon rehberindeki isim ve numaralarını silmeye, sosyal medyada takipten düşürmeye varmıyor bir türlü. Numarasını silince hafızandan da silmiş olacakmışsın gibi tuhaf bir suçluluk duygusuna kapılıyor insan. 

Selçuk Hazinedar’la yazışmamız duruyor Whatsapp'ta hâlâ. Covide yakalandığını duyunca durumunu sormuş, şifa dilemiş, geçmiş olsun demiştim. “Çok sağol” diye cevap vermişti, “atlatacağım.” Ama atlatamadı. Yoğun bakıma alındı. Entübe edildi. Ve geçtiğimiz yılın son günü son nefesini verdi. Çok sevdiği memleketi Aybastı’da toprağa verildi…

Bir arkadaşım yazmıştı, “Nar çiçeği mevsimi başladı bizim için de” diye. Nar çiçeği, ilkbaharda açar. Yazın dallarında meyve olarak belirir. Kışa doğru olgunlaşır. Birçok inançta bolluk ve bereketin, hayat ve ölümün, doğurganlığın simgesidir. 

İlkbaharı, yazı, sonbaharı ve kışı vardır insan ömrünün de, evet. Bizim nesil, ömürlerinin bahar mevsimini, “bahar” diye kodladığımız özgür geleceklere adanmış hayatlar olarak yaşadı. Ölenlerimizin hatıralarını taşımak oldu hayat, yaşamaya devam edenler için. Zordur; güç gerektirir, umut gerektirir…

“Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler. Motorları maviliklere süreceğiz” şiirini her duyduğumuzda, her okuduğumuzda gözlerimizin nemlenmesi, bundan sebeptir biraz da…

***

İçeriden çıkınca eski arkadaşların arar, geçmiş olsun der, yemeğe filan davet eder; kimi içtenlikle, kimi aradan geçen yıllar boyunca çok değişmiştir ve adet yerini bulsun diye. İnsan hafızası tuhaf, bu yıllar sonra buluşmalarında bazı arkadaşlarımın adını anımsayamadım. Arkadaşım, biliyorum, lisede birlikteydik, beraber yazılama yapmışız mesela, boykotlar düzenlemişiz, omuz omuza kavga etmişiz; ama adı neydi yahu? İnsan sormaya da utanıyor. Sohbet esnasında adı geçince derin bir oh çekiyorsun ve hayret ediyorsun kendine, nasıl hatırlayamadım adını, yuh bana… 

Normal aslında. Arada yıllar var bir kere. Bir de senin gibi hapse düşmemiş, onunla anılarını canlı tutacak yeni hatıraların olmamışsa, yaralı hafızanda muğlâklaşıyor bazı şeyler. Hele ki sorguda adını vermemişsen, hafıza onun adını düpedüz siliyor ve yıllar sonra hatırlaman da güçleşiyor. 

Ama hafıza meselesi bundan ibaret değil tabii. Unutkanlık bir hapishane hastalığı. Bilerek veya bilmeyerek, farkında olarak veya olmayarak dört duvar arasında hapsedildiğin bir hayatı benimsemiş, içselleştirmişsen, “normal” hayat ile bağlarını canlı tutacak bir duyarlılığın, çaban yoksa, mesela yazmıyorsan, çizmiyorsan, mektuplar yazmıyor, hayata dair yeri geldiğinde dertlenmiyor, yeri geldiğinde sevinmiyorsan, hafızan, hayal dünyan, gelecek tasavvurun da duvarlarla çerçeveleniyor…

*** 

Önceki yıldı, hapisten yeni çıkan bir arkadaşımla ara sıra uğradığım bir mekanda buluşmuştuk, Kadıköy’de. Ne konuşacağız; acı-tatlı hapishane anıları, nerede ne olmuştu, şimdi kim nerede, filanca arkadaşın çıkmasına ne kaldı… Sohbete dalmışız, yanımızdaki masada oturan genç bir kız ve delikanlının bizim sohbetimize kulak kesildiğini fark etmemişiz o yüzden. Az sonra delikanlı, “pardon” diyerek saygıyla bize doğru eğildi ve “Abi ne kadar kaldınız içeride” diye sordu. Cengiz’in yerine ben yanıt verdim; 36 yıl… Gençler kulaklarına inanamadı, donup kaldılar bir an, 36 yıl mı diye tekrarladılar birkaç kez. “Benim yaşımdan çok” dedi delikanlı…

Geçen yıldı, telefonumu bulmuş birilerinden ve aradı beni bir başka arkadaşım. “Tanıdın mı beni?” diye sordu. “Hayır” dedim, “bir ipucu ver bari.” Serzenişte bulunmayı ihmal etmedi, “Sen ünlü oldun, gazeteci oldun, yazar oldun, tanımazsın tabii” dedi. “Yok yahu, bildiğin yazar çizer erbabından değilim, halkın yazarıyım ben” diye karşılık verdim. Güldü. Adını söylediği anda 40 yıl öncesine gitti aklım. Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevine. Sonradan Yıldız Teknik Üniversitesi kampusu olan 66. Mekanize Tümen Davutpaşa Kışlasına. Hasan’dı. Unutulur mu. Karslı. Terekeme. Jandarmadan kaçarken milyonda bir olacak bir şans eseri ensesinden giren G-3 kurşunu sol gözünün altından çıkan Hasan…

Fransa’daydı Xalo. Yaşı rahat 70 var, o yüzden Xalo deriz. Memleket hasreti, Dersim hasreti, çoluk-çocuk hasreti, yurdu terk etmeden toprağa verdiği eşinin hasreti, ağır geldi. Geçen sene kalkıp geldi ve geldiği gibi de önce gözaltına alındı sonra da tutuklandı. Hastaydı bir de. “Memlekette öleyim bari” diye düşünmüş olmalı. Haberi dahi olmayan bir davası varmış meğer. Ve meğer birilerinin “itiraflarında” adı geçmiş. Geçmişinde 10 yıl hapis var, bir 10 yıl daha dayanır mı acaba…

*** 

2005’te Gündem’de köşe yazmaya başladığımda, en verimli çağında toprağa verdiğimiz çalışma arkadaşım Evrim Alataş’ın gözünden kaçmamıştı, “Senin birçok yazın mahpushaneye mektuplar gibi.” Doğruydu. Hâlâ da çoğu kez yazılarımı mahpushanedeki insanlarımızı düşünerek yazıyorum. En genç, en yakışıklı, en güzel ve en önde “giden” arkadaşlarımızı da anarak…

Her nasılsa korumayı başarıp “dışarı” çıkarabildiğim hapishane günlüklerimi okuyorum bazen. Unutmamak için. Hatırlamak için. Hayatın başka boyutlarında da “bahar” diye kodlanmış gelecek ülküleri olan insanlar yaşadığını attığım her adımda hatırımda tutmak için. Yaşıyor olmanın ağırlığını taşıyacak gücüm, enerjim, umudum tükenmesin diye…

Memleket ekonomik, sosyal, siyasi ve hatta psikolojik dar boğazlarla örülü zorlu geçeceği besbelli bir yeni yıla girmişken, deyin ki bu satırların yazarı geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış bir şimdinin muhasebesini yapmaktadır. Kusursa, kusura bakmayın…

Unutmuyoruz ama. Bahardır önümüz. Nar ağaçları elbet çiçek açacak yine…

7 Ocak 2022

P24 - Geçmişle gelecek arasında sıkışmış bir şimdiki zaman (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...