Herkes 'kendine göre' darbeye karşı...

Alevilerin “irtica, şeriat” tedirginliği ile Sünni kesimin Alevilere yönelik önyargıları, kutuplaşma için gayet “elverişliydi."

Memleketin tarihi darbeler, askerî müdahaleler tarihi. Tarihi böyle olan bir ülkenin, sonuçta sahici, işleyen bir demokrasi ve sağlam bir toplumsal barış inşa etmesi beklenir. Nitekim örnekleri de var dünyada; Yunanistan, İspanya, Portekiz ve birçok Latin Amerika ülkesi… 

28 Şubat, malum, herhangi bir gün değil, “postmodern” darbenin yıldönümü. 25 yıl geçmiş üzerinden. 2013 yılında yargı konusu oldu. Dava süreci başlı başına ele alınması gereken bir konu. Meselenin asıl üzerinde durulması önemli boyutunun, darbecilerin darbeye “toplumsal meşruiyet” kazandırma çabası olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizdeki darbeleri örneğin Latin Amerika’daki darbelerden ayırt eden bir “özelliği” varsa, o da bu “meşruiyet” meselesi… Bu, beraberinde sorunu bir “yüzleşme” konusu haline de getiriyor.

Biliyoruz, bizde darbeciler, kendilerini memleketin “aslî” sahipleri görüyorlar ve ne siyasetçilere ne de topluma güveniyorlar. Kendi ideolojik hassasiyetlerine göre ülkeye “ayar” verip, bu arada sağlamlaştırdıkları vesayet konumlarına geri çekiliyorlar. Tabii bu “geri çekilme” işin görünen tarafı. Gerçekte, geride durdukları “sivil” dönemler boyunca ülke askerlerin hükmü altındaki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından yönetildi. Hükümet, parlamento, başta güvenlikle ilgili olanlar ve Diyanet olmak üzere devlet kurumları, kamuoyunu yönlendirme rolü verilmiş medya, MGK ve arka planda MGK Genel Sekreterliği ile koordine halindeki Özel Harp Dairesi’nin belirlediği politikalara göre seferber edildi.

Darbecilerin ‘meşruiyetten’ anladıkları

Darbe ve darbecilik tabii ki “meşru” bir eylem değil. “Meşruiyetten” anladıkları, toplumun hiç değilse kayda değer bir kesimini “Ordu bir el atsa şu kaos bitse” noktasına getirmek, miting meydanlarında “Asmayalım da besleyelim mi?” diye sorduklarında meydanı dolduran insanlardan alkış almak, kendilerine ve eylemlerine “yargı muafiyeti” getiren anayasalarının yüzde 100’e yakın oranlarda destek görmesi…

28 Şubat darbesine “postmodern” denilmesinin sebebi, malum, “Bu kez silahsız kuvvetler başardı” durumu. Senaryo, 90’lı yılların başında hazırlanmıştı. Çift kutuplu dünya durumu çözülünce ortaya çıkan “yeni” duruma devlet bünyesindeki ayrıcalıklı konumlarını terk etmeden, kontrgerilla oluşumlarını tasfiye etmeden (o yıllarda NATO üyesi ülkeler Sovyet Blokuna karşı illegal faaliyetler yürütmek üzere kurdukları “Gladio” örgütlerini tasfiye ettiler) “intibak” edebilmek için “tehdit-tehlike” konseptlerini güncellediler. Yükselen siyasal İslamcılığı “bölücülük” ile birlikte “irtica tehlikesi” olarak kodladılar ve “seferber” oldular…

Toplumu “tehlikenin” sahiciliğine ikna eden kanlı bir süreç yaşandı. İç yüzü günümüze değin aydınlatılmamış olan Kemalist aydın cinayetleri, Sivas katliamı, şartları “olgunlaştıran”, olası darbeye kamuoyunu “hazırlayan” karanlık eylem ve organize işlerdi. 

Dindar kesimler Sivas’taki gibi “din elden gidiyor” diye galeyana getirilirken Alevilerdeki zaten öteden beri var olan korku ve endişeler de canlandırıldı. Toplum, “laik-anti laik” kutuplaşmasına sürüklendi. 28 Şubat müdahalesinin hemen öncesindeki medya yayınlarını hatırlayın; Aczmendiler, üfürükçü hocalar, Konca Kuriş cinayetiyle memleketin “o tarafında” yıllardır vahşi cinayetler işlediği “hatırlanan” Hizbullah isimli örgüt… 

“Ana akım” denilen medya seferber olmuştu (okumamış olanlar için Mehmet Altan’ın yazısını öneririm: P24 Blog - Ne askerî ne de dinî vesayet… Demokratik Cumhuriyet… ). Yargı zaten seferberdi. Diyanet de göreve koşulmuştu tabii (Evet, bildiğimiz Diyanet…). Üniversiteler, ikna odaları, başörtüsü yasağı… Genelkurmay’da süreci koordine etmekle “görevli” Batı Çalışma Grubu adıyla bir cunta oluşturulmuştu ve “Gerekirse bin yıl sürecek” şeklinde açıklamalar yapıyorlardı. Neticede hükümet düşürüldü. Kapatılan Fazilet Partisi içinde “Yenilikçiler” adıyla örgütlenenler 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla bir parti kurdu, ilk açıklamaları “gömlek değiştirdik” oldu ve 2002 yılında iktidara geldiler. 

Yazının kapsamını çok da zorlamayayım; Türkiye’nin AKP’li yılları kendi başına ele alınmayı gerektiriyor çünkü. 

Soru şu: Bir “süreç” olarak ele alınan 28 Şubat müdahalesi AKP iktidarıyla birlikte akamete uğradı denilebilir mi? Sorunun cevabı, meseleye nereden baktığınızla ilgili. Örneğin, darbeci askerlerin yargılanmasına ve AKP’nin artık gizleme gereği bile duymadan dini, siyasetle harmanlayan ülkeyi yönetme tarzına bakıp bu soruya olumlu yanıt verilebilir. Ne var ki aynı AKP, uzun süredir iktidarının ilk yıllarında kendisine karşı “Ordu göreve” mantığıyla muhalefet edenlerle adı konulmamış bir koalisyon da yürütüyor…

Yüzleşme Derneği etkinliğinin düşündürdüğü

Esas meselemiz, bence, hâlâ darbeye karşı demokrasiden yana olmanın bir ilkesel duruş ve ortak payda olarak toplum tarafından ne denli benimsenip benimsenmediği sorunu. Herkesin “kendine göre” darbe karşıtı olması, tuhaf ve tutarsız bir gerçeğimiz. Bunun da temelinde bir adım ileri iki adım geri zikzakları çizerek günümüze değin devam eden “kutuplaşma” potansiyelimiz var. Darbeci zihniyet ve “derin” güçlerin üzerinde “meşruiyet” ve “tehdit-tehlike” hesapları yapmalarına cevaz veren, budur. 

27 Mayıs 1960 darbesi, bilen bilir, Kemalizm ile malûl Türkiye solunun büyük çoğunluğuna göre “ilerici darbe” idi. 2008 yılında Taraf gazetesinde “27 Mayıs muhasebesi” başlığıyla yayınlanan bir yazımda, bu anlayışı eleştirince “bizim mahalle” hayli karışmış, önümden, genellikle de arkamdan olmadık spekülasyonlar yapılmıştı. Sen misin taş gibi ezberlerimizi bozmaya kalkan…

Darbelerin “iyi” ya da “kötü” olması, kimleri hedeflediğine bağlıydı. Genel olarak da öyle; haksızlık kime yapılmıştır, önce buna bakıp ona göre tutum almak hala yaygın bir toplumsal refleks. Örneğin işkence, eziyet, kötü muamele, haksız hukuksuz hapse atma hala birçok kişinin gözünde, “Ama o da şucuymuş, bucuymuş, teröristmiş” türü gerekçelerle “mubah” görülebiliyor…

27 Şubat 2011’de, 28 Şubat müdahalesinin 14. Yıldönümünde geçtiğimiz yıl faaliyetlerine son veren Yüzleşme Derneği, “28 Şubat: Aleviler ve Sünniler Yüzleşiyor” başlıklı bir panel&forum düzenlemişti. Yüzleşme Derneği’nin en anlamlı etkinliklerinden biriydi. 

Malum, Aleviler darbelerden çok zarar görmüş bir toplum. Ne var ki, o toplantıda da söylediğim üzere, eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, 28 Şubat müdahalesinden içten içe hoşnut olmuşlardı. Çünkü 28 Şubat, “irticaya karşı” idi ve Alevilerden oluşturdukları “laik-anti laik” kutuplaşmasında “laik” kutbun “kitlesi” olması isteniyor, bekleniyordu.

Alevilerin acı deneyimlerle sürekli canlı tutulan “irtica, şeriat” tedirginliği ile Sünni kesimin Alevilere yönelik geçmişten beri taşıyageldikleri önyargılar, bu kutuplaşma için gayet “elverişli” bir ortam oluşturuyordu. Bu çalışmanın değeri, bu karşılıklı önyargı ve tedirginlikleri masaya yatırmaya cesaret edilmesiydi…

Alevi ve Sünni kimlikleriyle tanınan panelistlerin değerli sunumları oldu. Ancak etkinliğin bence en anlamlı kısmı forum bölümüydü. Ferhat Kentel’in modere ettiği forumda, salonu dolduran dinleyiciler, çok değerli yüzleşme paylaşımları yaptılar. 

“Benim annem Kuran kursu hocası, babam da din dersi öğretmeni” diyerek söze başlayan tıp öğrencisi bir başörtülü kadın dinleyici, bundan böyle Alevileri yok sayan din derslerinin kaldırılmasını savunacağını söyledi. Kimsenin kimsenin inancını tanımlama hakkı olmadığını söyledi. Bugüne kadar hiç Alevi tanımadığını, Alevilerle tanışmak için buraya geldiğini söyledi. Sözlerini, “Alevilerin varlığına ihtiyacımız var” diyerek bitirdi…

Sözlerine Kürt ve Alevi olduğunu söyleyerek başlayan bir başka kadın dinleyici, “Ben lisede okurken bir arkadaşıma Alevi olduğumu söylediğimde bana tepkisi, ‘Ağzından yeşil duman çıktı mı?’ diye sormak oldu. ‘Nasıl yani?’ dedim, ‘ne dumanı?’ ‘Alevi olmak için tören yapıyormuşsunuz. Kuran’ı tuvalete atıyormuşsunuz. Kuran’ı tuvalete atınca ağzınızdan yeşil duman çıkıyormuş ve Alevi oluyormuşsunuz’ dedi. Eğer ben ona Alevi olduğumu anlatmasaydım, o hep o düşüncelerle yaşayacaktı. Belki de bu kadar iyi arkadaş olamayacaktık” dedi. Empati yapmanın, birbirini tanımanın önemini anlattı. Sözlerinin devamında, “Benim kahramanım, Aleviler özgür değilse, barış yoksa biz özgür değiliz diyen Hilal Kaplan’dır” dedi…

Bu denli acı darbe deneyimiyle birlikte nereden nereye geldiğimizin muhasebesini yaparken o yüzleşme toplantısını hatırlayıp hayıflandığımı söylemeliyim: Bu nitelik ve kapsamda bir yüzleşme etkinliğini bugün yapabilir miyiz acaba? Birbirine ilk defa yakından bakan o insanlar bugün ne düşünüyorlardır? 

28 Şubat’ı ve bütün darbeleri kınayalım, lanetleyelim ama darbecilere cesaret veren bir toplum olmaktan kurtulmak için birbirimize karşı taşıdığımız önyargılarla, “ötekileştiren” tutumlarımızla, kaygı, korku ve endişelerimizle de yüzleşelim… “Ama” ya da “fakat” demeden…

25 Şubat 2022

P24 - Herkes "kendine göre" darbeye karşı (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...