Ana içeriğe atla

#SavaşaHayır demek...

Meselemiz, şuna karşı, bundan yana gibi bir tercih değil savaşın kendisine karşı çıkmak olmalı.

Savaş Sanatı adlı eseri hâlâ kurmay okullarında okutulan MÖ 500’de Çin’de yaşamış askerî strateji dehası Sun Tzu’nun bilinen sözüdür; “Gerçek zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Gerçek önder savaşmadan kazanan önderdir.” 

Bilgece bir sözdür. Bir askerî strateji uzmanı komutan tarafından söylenmiş olması ayrıca anlamlıdır. 

Savaşarak elde edilen hiçbir “zafer” mutlak ve hiçbir “yenilgi” de kesin değildir. 

Çünkü savaş, ölüm ve yıkım demektir ve bu, sadece savaşı kaybedenler için değil “kazananlar” için de böyledir. Savaşta kazananlar da ölür, yaralanır, geride acılı aileler bırakır. Kazananların ekonomileri de savaştan etkilenir; başka ve daha hayati alanlar için ayrılması gereken bütçeler savaş için harcanmış olur çünkü. Savaş, kazanana da kaybedene de ağır bedeller ödetir. 

Hele ki yaşadığımız çağda savaş, sadece yiğitlikle, cesaretle, beslediği asker sayısıyla yürütülebilir, kazanılabilir bir “siyaset” olmaktan çoktan çıkmıştır.

Tarafların ödediği bedel sıcak savaş süresince yitirilen insanlar, göç eden insanlar, çekilen acılar ve ekonomik yıkımla da sınırlı değildir. 

Yıkım, savaşın boyutları ölçüsünde, savaşın tarafı devlet ve ülkelerin gelecekleri üzerinde koyu bir gölge olarak etkisini sürdürür. Tarihleri, kazandıkları veya kaybettikleri savaşla hatırlanır. Yaşanan savaş ve ona yol açan devlet politikalarıyla alâkaları olmadığı halde, kuşaktan kuşağa, bazen öfke, nefret, düşmanlık duygularının eşlik ettiği milliyetçi anlatılar hâline gelir. Çoğu örnekte ırkçı, milliyetçi akımların üzerinde yükseldikleri toplumsal-psikolojik iklim, bu anlatılardan beslenir. Savaş, başladığı ve bittiği tarih kesitinde olmuş bitmiş, geçmiş gitmiş olmaz. Kuşaklar boyu taşınan ağır bir yük olur…

Savaş, kendine özgü yasaları, kuralları, psikolojisi olan olağanüstü bir süreç. Maddî ve manevî her şeyin genellikle varlık-yokluk meselesi olarak lanse edilen savaşın ihtiyaçlarına göre seferber edilmesini gerektirir. Ve zaten savaş sadece askerlerin değil bir bütün olarak toplumun seferber olma halidir. Hayatın olağan akışı askıya alınır. “Normal” olan hiçbir şey yoktur; çünkü savaş vardır ve savaş normal bir yaşamsal faaliyet değildir…

Bu olağanüstü niteliğinden dolayıdır ki savaşın kurmayları dışında kimsenin “düşünmesi” gerekmez, hele ki “sorgulaması” düpedüz ihanet olarak değerlendirilir. Özveri, cesaret, kahramanlık, savaş çıkartan iradeye bağlılık, “şehadet” gibi ajitasyonlar dışında başka söze de gerek yoktur; yasaktır…

Antik Yunan düşünürlerinden Eshilos’un ünlü sözüdür; “Savaşın ilk zayiatı gerçeklerdir.” 

Size sunulan, sunulan ne kelime beyinlerinize işlenen “gerçek” savaştır ve zaferin “çok yakın” olduğu, “düşman kayıplarının çok olduğu”, “düşmanın dağılmakta olduğu” (vb) haberleridir. Bu işlenmiş haberlere inanmamak, sormak, sorgulamak, karşı çıkmak; duruma göre hainlik, ihanet, ajanlık, casusluk, en hafifinden vatansever olmamakla yaftalanır, cezalandırılır.

Toplumu savaşa ve onun ihtiyaçlarına seferber etmek, bütün zamanlarda, besleme kanaat önderlerinin vazifesidir. Haberciler, din adamları, toplumu etkileme ve ihtiyaçlara göre “hazırlama” araç ve imkanları olan herkes. Günümüzde bu rolü en etkin şekilde oynaması beklenen güç, medyadır. 

Medyadan, devlet bir savaş hali ilan etmiş veyahut bir savaşa girişmişse, işini objektif ve etik ölçülerle yapması değil, propagandist olması istenir, beklenir. Savaş atmosferinde propaganda, önemli…

Gerçekleri propagandalara kurban edenlerin de zaten ne objektif olmak ne de etik davranmak sorumlulukları var. Kıbleleri kendilerini besleyen devlet olunca savaş zamanı savaşçı, barış zamanı barışçı olmaları işten bile değildir. Gerektiğinde askeri üniforma giyer, ellerinde silahla poz verir, gerektiğinde barış güvercini uçururlar. Hangi durumda ne gerekeceğine karar verenlerin istek ve beklentileri, nasıl davranmalarını gerektiriyorsa…

Savaş, gerçeklerin de katilidir. 

Belirtmemek eksiklik olur; kuşkusuz ki her zaman bedelini göğüsleyip işlerini namusuyla, onuruyla yapanlar vardır ve hep olacaktır. Savaş kararları verenler, insanları kendi belirledikleri çıkar ve egemenlik hesapları için ölüme sürükleyenler hiçbir zaman hayata tümüyle hükmetme kudretinde değillerdir ve olamazlar. 

Sun Tzu yüzyıllar öncesinde marifet savaşmadan “zafer” kazanmaktır ve önder olan odur ki savaşmadan (askerlerini, insanları ölüme sürüklemeden) sonuca gitmesini bilendir demiş. Ne var ki tarihte isimleri bağıra çağıra hatırlananlar barış yapanlardan çok, savaşanlar. Geçmiş tarih, kazanılan savaşlar tarihi olduğu ölçüde kıymetli ve göğüs kabartan, “gurur” vesilesi oluyor. Ulus devletlerin tarih anlatıları savaşlardan, savaşarak elde edilmiş “zaferlerden”, büyük “komutanlardan”, “kahramanlardan” geçilmiyor… Yüksek sesle dillendirilmese de devletlerin kitabında barış hala “zayıflık” alameti kabul ediliyor ve silahlanmaya harcanan paralar, ülkelerin varlıklarını hasrettikleri en önemli “milli” vazifeleri sayılıyor. 

İnsanlık, devletler kurarak birbirine düştüğünden beri yaşanan tarih, bir savaşlar tarihidir desek yeridir. Etnik, dinî, mezhepsel, sınıfsal savaşlar… 

Bu kanlı tarih, aynı ölçüde bir ders olarak anlam kazanmış değil ama… Siyasetin, hala bir başka askerî kuramcı Carl von Clausewitsz’in dediği şekilde şiddet araçlarıyla yürütülmesinin tercih edildiği bir dünyada yaşıyoruz…

Tabii ki nedenleri var ancak yazıyı daha fazla dallandırıp budaklandırmayacağım.

*** 

Sanırım okur ne zaman sözü Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtına getireceğimin merakı içinde. 

Bu kriz, öncelikle yukarıda özetlemeye çalıştığım savaşa dair gerçekleri hatırlamama vesile oldu. 

Bu satırları Ukrayna krizinin taraflarına veya herhangi bir savaşçı politikalar benimsemiş ülkeye uyarlayarak da okuyabilirsiniz; sonuç pek değişmeyecektir. 

Meselemiz, şuna karşı, bundan yana gibi bir tercih değil savaşın kendisine karşı çıkmak olmalı.

"Savaşa hayır" demekten anlamamız gereken,  ne “Rus karşıtı” olmak ne de “Zelenski destekçisi” olmaktır. En azından benim anlayışım budur. "Savaşa hayır" demek, "savaşa hayır" demektir. Hiçbir sorunun savaş politikalarıyla çözülemeyeceğini savunmak demektir. 

Putin, Büyük Rus milliyetçiliğinin güncel versiyonu bir anlayışın simgesel karakteridir ve Zelenski de ABD saplantılı bir başka anlayışın artist karakteri. Arka planda başka hesaplar, planlar, stratejik hedefler var. Şimdiden dünyanın yeni bir Soğuk Savaş sürecine girdiği söyleniyor. Bunlar ne Rus ne de Ukrayna halklarının sorunu. Meselenin bu boyutu kendi başına bir yazının konusu olabilir. 

Güncel, acil ve önemli olan, dünyanın dört bir yanından #savaşahayır şiarını yükseltmektir. Çünkü savaş günümüz dünyasında herkesin dolaylı veya doğrudan etkilenmekten uzak duramayacağı bir kötülüktür ve gerçek manada hiçbir tarafı “muzaffer” kılmayacaktır…

18 Mart 2022

P24 - #SavaşaHayır demek… (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...