Ana içeriğe atla

'Çıkar telefonunu bakiiim!'

Eskiden televizyon mu vardı? Yol mu vardı? Telefon mu vardı? İnternet mi vardı? Sorular peş peşe sıralanıyor.

Siz misiniz enflasyondan, hayat pahalılığından, çarşı pazarın el yaktığından yakınan, “geçinemiyoruz” diye feryat eden, civarda varsa bir “Ben Reisçiyim” vatandaşı, ânında yanı başınızda bitip “Çıkar telefonunu bakiim!” diye size çıkışabilir.

Eleştirileri, şikayet ve yakınmaları bastırmanın en kestirme çıkışı haline geldi bu nicedir. Bu “parlak” buluşun mucidi ise, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal. Geçen yılın başlarında katıldığı bir TV programında, 2018 seçimlerinde Maraş’ta genç bir çiftçinin yakınmalarına karşılık olarak söylemiş bunu. Övünerek anlattı. Sonra da yayıldı.

“Çıkar telefonunu bakiim” derken umulan beklenti; şikayetçi çiftçi, işçi, öğrenci, esnaf vatandaşın aslında ne denli “bozguncu” biri olduğunu faş etmek: “Bak, elinde son model pahalı bir cep telefonun var, bir de utanmadan, arlanmadan, haline şükretmeden şikayet ediyorsun! Seni gidi bozguncu seni!”

Bir sokak röportajında genç bir kadın kendisine uzatılan mikrofona eleştiriler sıralarken oradan geçen bir başka kadının, “Çıkar bakiim telefonunu!” çıkışına verdiği cevap bu “kullanışlı” argümanın havasını bir parça bozmuştu gerçi (“Ne yapacaksın telefonumu? G.tüne mi sokacaksın?”), ama yine de hâlâ revaçta…

Aslına bakarsanız bu “çıkar bakiim telefonunu!” mevzusu, 2006’da dönemin başbakanının Mersin’de “Ne olacak çiftçinin hali? Anamız ağladı” diye yakınmaya cüret eden bir çiftçiye verdiği cevabın yanında hayli “masum” kalıyor. Hatırlarsınız, “Ananı da al git! Artistlik yapma!” demişti sayın Başbakan. Hiç değilse analarımızı işin içine katmayalım, bu da bir şey. Bu arada sorunun sahibi çiftçi Mustafa Kemal Öncel’e verilen “cevap” kesmemişti; davalar, soruşturmalar, “özürler”, adamın anasından emdiği süt burnundan getirildiği gibi, çilekeş annesi de hayatını kaybetmişti…

İlla kıyaslamak gerekirse, “Çıkar bakiim telefonunu!” baskısı, Yusuf Yerkel’in özel tim polisleri eşliğinde uçan tekmelerine maruz kalmaktan da yeğdir doğrusu. Neyse ki adamı müşavirlikten Almanya’ya yolladılar “Ticaret Ataşesi” sıfatıyla. Düşünsenize, “Geçinemiyoruz! Zamlar belimizi büktü” diye feryat ederken uçan tekmelerle hastanelik edileceksiniz… Aman, kimsenin aklına karpuz kabuğu da düşürmeyelim durduk yere…

Tabii bu “Çıkar bakiim telefonunu” hamlesinin pek yaratıcı olduğu söylenemeyecek başka versiyonları da oluyor. Bir ara yazılarında ve çıkarıldığı kanallarda “Alınacaksınız! Tutuklanacaksınız! Göreceksiniz! Kaldır ellerini teslim ol!” tehditleriyle medya âlemine korku salan Cem Küçük, “İnsanlar ekmek bulamıyormuş! Yok böyle bir şey! Bergen filmini 7 milyon kişi izledi” dedi mesela. Demek oluyor ki en azından o 7 milyon kişinin sinemaya gidecek parası var, pekala sinema çıkışı eve giderken ekmek de alabilirler.

Evimin yakınındaki Halk Ekmek büfesinden epeydir ekmek alamıyorum. Daha ekmek gelmeden önünde uzun kuyruklar oluyor. İki ekmek almak için epey beklemeniz gerek. Geçenlerde zamanım vardı ve girdim kuyruğa ben de (Yok, sinemadan çıktıktan sonra değil, epeydir sinemaya da gitmiyorum zaten). Beklerken önümde duran hacı amcaya sohbet olsun diye, “Aslında bu kuyrukları fotoğraf çektirmek için oluşturuyorlarmış. ‘Bakın ucuz ekmek kuyruğuna girmiş vatandaşlar’ diye bozgunculuk yapmak için” dedim. Anlamadı. “Burada ucuz diye bekliyoruz” dedi. “Ama amca” dedim, “AKP Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı dedi bunu birkaç ay önce.” Ne dediğini tekrarlattı bana, anlayınca da beklemediğim bir karşılık verdi, küfür etti Çamlı’ya. “Aman ağzımızı bozmayalım” demek durumunda kaldım. Sıra ona geldi, 5-6 adet ekmek aldı ve giderken, “Ama yanlış anlama ha! Biz Reisçiyiz” dedi. Ben bir şey demedim. Bir dahaki sefere Küçük’ün sinemaya giden o 7 milyon kişi kıyaslamasını soracağım kuyrukta bekleyenlere.

Bir de tabii AKP öncesi ve sonrası kıyaslamaları oluyor karşıt görüşlü vatandaşlar arasında. AKP’den öncesi kafadan 1950 yılından beri tek başına hükümet olamamış CHP’ye yazılıyor, malum. AKP öncesi Türkiye, adeta çöl. Yokluklar, yoksunluklar ülkesi.

Eskiden televizyon mu vardı? Buzdolabı mı vardı? Çamaşır makinesi mi vardı? Bulaşık makinesi mi vardı? Yol mu vardı? Telefon mu vardı? İnternet mi vardı? Sorular peş peşe sıralanıyor. Bazen hızını alamayıp; elektrik mi vardı, su mu vardı denildiği de oluyor.

Pandemi nedeniyle uzun süredir kapalı olan mekanlar açıldı, malum. Vatandaş da açıldı, hızla “normale” döndük. Umarım pişman olmayız. Neyse. Oturduğum semte yakın ara sıra uğradığım bir kahve var, Malatyalıların kahvesi diye bilinir. (Bazen yazılarımı da orada yazardım. Garsonlardan biri sıkı takipçim.) Komşu masada okey oynayan bir grup orta yaşlı vatandaş arasında yukarıda sıraladığım soruların sorulduğu bir diyaloga tanık oldum. Az sonra oyunu bıraktılar. Söz dalaşı kavgaya dönüştü.

“Ulan” diye bağırıyordu biri, “telefonu da siz buldunuz! Elektriği de siz buldunuz! Ananızın…” Neyse ki araya girenler oldu, dağıldı kavga eden masa.

Söylemeden geçmeyeyim, “akıllı telefon” furyasına en geç katılmış biri olarak: Telefon, artık sadece “alo” demek için kullanılan bir cihaz değil. Uzun zamandır değil. İnsanlar bir sürü işini telefonları üzerinden takip ediyor, hallediyor. O yüzden telefonların markası filan, “demek ki durumun gayet iyi” ölçüsü değil. Zamane ihtiyacı. Ve Müslüm Baba’nın deyişiyle zamanı durdurmak, tutmak gibi bir kudretimiz de yok.

“Demek ki senin telefonun son model” diye düşünenleriniz olduysa eğer, nerdeee derim ben de. İsterseniz göstereyim?

8 Nisan 2022 

P24 - “Çıkar telefonunu bakiim!” (platform24.org)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...