Ana içeriğe atla

Hapistekiler ve hapsedilecekler ülkesi...

 Eğer kayıtsız şartsız biat etmeye elverişli değilseniz, devletten korkmanız, uzak durmanız gerekir.

Ülkenin geçmişinde hapishanelerin, dolayısıyla mahkemelerin, gözaltı ve tutuklamaların hayatın “olağan” akışının bir parçası olmadığı bir dönem hatırlıyor musunuz? Bence hafızanızı boşuna zorlamayın. Çünkü öyle bir dönem yok ve dahası, maalesef görünen gelecekte de olmayacak gibi görünüyor. Bu, tabii ki ülkemize özgü bir durum değil. Diktatörlüğün, otokrasinin, oligarşinin hüküm sürdüğü, diğer bir deyişle asgari manasında demokrasiden uzak veya uzaklaşan bütün ülkelerde böyle.

Neden böyle diye düşündüğünüzde, karşınıza hikmetinden sual olunmaz bir “devlet” kavramı çıkıyor. Devlet adeta her şeyin başı ve sonudur, “kutsaldır”, “ulvidir”, kendi başına topluma dayatılan bir “kader” gibidir ve elbette ki herkesin her an “korumak” için tetikte olması gerekendir. Çünkü hep “tehdit ve tehlike” altındadır, “iç ve dış düşmanlar” vardır, “beka” sorunu vardır ve “devletin bekası” deyince akan sular durmalıdır…

Devlet kendini bu şekilde konumlandırınca, bunu bir tür “ideoloji” haline getirince, yönettiği toplumla kavgalı bir sopa haline gelmesi de kaçınılmazdır. Nitekim devlet deyince bizde ve benzer durumdaki ülkelerde herhangi bir vatandaşın ilk aklına gelen polistir, jandarmadır, askerdir, karakoldur, işkence ve eziyettir, mahkemedir, cezaevidir… Dolayısıyla eğer kayıtsız şartsız biat etmeye elverişli özelliklere sahip değilseniz, korkmanız, uzak durmanız gerekendir. Aksi takdirde başınıza olmadık işler gelmesi işten bile değildir…

Seneye 100. sene-i devriyesi kutlanacak olan cumhuriyetimizin kısa hikâyesi de bu aslında. Tek Parti yıllarından günümüze, memleketin Kürtleri “bölücü”, bilumum renkteki solcuları “yıkıcı”, mütedeyyin yurttaşları potansiyel veya doğrudan “irticacı”, Alevileri “mezhebi bölücü” olageldi. “Azınlıklar” zaten her an gözaltında olmak zorunda.

Geride kalanların ne denli “makbul” olup olmadıkları da duruma göre değişkenlik arz ediyor. “Makbul” olmak, kolay değil, her an sınanıyorsunuz. Misal kökenlerinizdeki Çerkezliğe, Boşnaklığa, Arnavutluğa veya Araplığa ilgi duyarsanız “makbul Türk vatandaşı” olma durumunuz riskli hale gelir. Ya da devlet merkezli düşünmekten ve yaşamaktan uzaklaşmaya başlar, demokrasi filan diye tutturursanız, aynı riskle karşı karşıya gelme olasılığınız büyüktür.

Bu kendine özgü devlet ideolojisinin en açık ve doğrudan hayata geçirildiği dönemler, kuşkusuz darbe dönemleri.

“Bizim” darbecilerimiz, Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak siyaseti, toplumu, zaten hükmünü sürdürmekte olan devlet ideolojisini güncelleyip ayar verdikten sonra Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve karargahlarına geri çekilmişlerdir hep. Siyaset yeterince Türk-İslam sentezli devlet ideolojisinin dümen suyuna girmişse sorun da yoktur zaten.

Siyaset deyince, iktidar veya iktidar adayı siyasi partilerin değişik görünümlerde olmasının bir mahsuru yoktur; kimisi sağcı, kimisi solcu, kimisi dinci, kimisi daha sağcı veya daha milliyetçi görünümlerde sahnede olabilirler.

Madem “demokrasi” var, işte size demokrasi, beş senede bir önünüze konan seçim sandıklarında oyunuzu kullanın; seç beğen oy ver… Hepsi sonuçta “beka” partisi olduktan sonra endişeye de mahal yoktur.

“Sıra dışı” siyasi seçenekler ise “çeşit” olmaya razı geldikleri oranda, kendilerine sunulan kırmızı çizgilerle çerçevelenmiş alanda siyaset yapabilirler; alanın dışına taştıklarında devlet “gereğini” yapacak kudrettedir tabii ki!

Düşünüyorum da… İktidardaki “Cumhur İttifakı” isimli dışarıdan Perinçek destekli koalisyon ile adı bir süredir 6’lı Masa olarak zikredilen partiler arasında temel demokrasi sorunlarımızı ele alma tarzı itibarıyla ne fark var diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. Güçlendirilmiş parlamenter sistem vaadi başta olmak üzere ortaya koydukları görüşlerini herkes gibi ben de izledim, biliyorum elbette. İktidar partisiyle aralarında cereyan eden gayet sert, hakarete varan seviyesiz polemiklerini de izliyorum. Ama bunlar kast ettiğim “temel” sorunlarımız açısından bir anlam ifade ediyor mu? Asıl soru ve sorunumuz bu bence.

İktidar el değiştirince kronik “beka bunalımı” yaşayan devlet de değişecek mi? Örneğin Kürt sorunu nasıl çözülecek? Alevilerin uluslararası hukukun teslim ettiği eşit yurttaşlık hakları tanınacak mı? Geçen ay parlamentoda ittifakla akademi kurmasına da izin verilen Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda bir reform planları var mı? Orasını burasını yamalamaktan vazgeçip yeni, ülkeyi bütün renkleriyle kucaklayan sahici bir demokratik anayasa yapabilecekler mi? “Mültecileri göndereceğiz” diyorlar ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyoruz. Ümit Özdağ kafasından ne ölçüde farklılar, o da müphem. İktidara hazırlananlara böyle onlarca soru sorulabilir ve hiçbirinin somut yanıtları yok.

Hapishaneyle başladım söze öyle de bağlayayım: Hapishaneleri boşaltacak mısınız? Bir “genel af” düşünceniz, planınız var mı? Hırsızı arsızı salıverip “devlete karşı işlenen suçlar ayrı” mı diyeceksiniz öncekiler gibi? Hapishaneler gündelik hayatlarımızın “olağan” akışının bir parçası olmaya devam edecek mi?

***

Geçenlerde Van’ın Edremit ilçesinde 80 yaşındaki Makbule Özer ile 79 yaşındaki eşi Hadi Özer, “örgüte yardım yataklık” suçlamasıyla haklarında verilen cezanın infazı için tutuklanarak cezaevine konuldu. Yaşlı, engelli, hasta olmalarına kimseler aldırış etmedi.

İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre hapishanelerde 2021 Nisan ayı itibarıyla en az 605’i ağır olmak üzere 1.605 hasta mahpus var. Ağır hasta mahpuslar bir bir ölüyorlar…

Adalet Bakanlığı verilerine göre Mart ayı itibarıyla 271 bin kapasiteli yurt sathındaki cezaevlerinde 314 bin tutuklu ve hükümlü mahpus var ve bu sayı her geçen gün azalmıyor, artıyor.

Türkiye, Avrupa Konseyi’nin Yıllık Cezaevi İstatistikleri’nin değerlendirildiği SPACE 2021 raporuna göre, 144,1 milyon nüfuslu (2020) Rusya Federasyonu’ndan sonra en fazla mahpusun bulunduğu ikinci ülke.

Çevrenizi yoklasanız yetişkin kabul edilen nüfus içerisinde ömründe en azından karakola düşmemiş pek az kişiyle karşılaşırsınız.

 Demokrasiyi savunma ölçülerimizden biri, Türkiye’yi bir hapistekiler ve her an hapsedilebilecekler ülkesi olmaktan kurtarmak olmalı…

--Bu yazıyı yazdığım saatlerde CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun bazı tivitleri nedeniyle mahkum edilmesi, Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP örgütlerini ayağa kaldırdı. Kuşkusuz haklı bir tepki. Dilerim bu vesileyle mevzunun “Ermeni’yi dövdürmeyecektik…” dersi üzerine düşünmeleri de mümkün olur. (Fıkrayı bilenler bilmeyenlere anlatsın.)

13 Mayıs 2022

P24 - Hapistekiler ve hapsedilecekler ülkesi… (platform24.org)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...