Ana içeriğe atla

"Genç olup da devrimci olmamak bir çelişkidir"

 İyilik ve güzellik aşkına adanmış hayatların hikâyesi bizimkisi: güzel ve güneşli günler, mavi bir ufuk, illa da özgürlük...

“Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun..." -Kostas Mourselas, Kızıla Boyalı Saçlar

İnsan yaşamında önemli karar anları vardır. Bazen o anların hakkını veririz, düşünür, hesaplar ve sonuçta bir karar veririz. Bazen ise, şartların sizi sürüklediği yönde yürümek olur kararınız; yani aslında kendi irade ve tercihinizle, önünü arkasını hesaplayarak verdiğiniz bir karar yoktur. Şartların zorunlu kıldığı bir “rotası” oluşmuşsa yaşamınızın, fazla seçeneğiniz de yoktur, yürüyeceksiniz...

Dost, arkadaş sohbetlerinde bazen söz dönüp dolaşıp memleketin ve bizlerin “delikanlı” zamanlarına gelince, sormadan edemez birisi; “Sen nasıl solcu oldun?”

“Solcu olunmaz, solcu doğulur” diyecek halim yok elbette ama ülkenin yakın tarihinin bilinen koşulları dikkate alınacak olursa, doğrusu, buna benzer bir durum söz konusudur. Kendi örneğimden ve deneyimimden hareketle söyleyecek olursam; sağ-sol kutuplaşmasının en sıcak cereyan ettiği bir şehirde, Elazığ ortamında Dersimli bir ailenin çocuğu olarak büyüyorsanız, “Ben anlamam o işlerden” deme şans ve ihtimaliniz de yok. “Dersimlisin, Kürt’sün, Alevisin, eşittir vurun komoniste!” durumu yani. “Okudum, araştırdım, oldum” şansınız, imkanınız ve tercih seçeneğiniz yok.

Bununla birlikte elbette okudum, araştırdım da. Okuduklarımı ne denli bilince çıkardığım kuşkusuz tartışılabilir ama solcu olmak, devrimci olmak, varlığınızla, kimliğinizle eşdeğer bir anlam kazanmışsa ve söz konusu olan 70’li yıllar Türkiye’si ve dünyası ise, büyük heyecan... Bir başka dünya mümkün heyecanı... Savaşın, sömürünün, eşitsizliklerin, haksızlıkların ortadan kalkacağı özgür bir yaşam ve toplum kurabiliriz heyecanı... Adına devrim denilen büyük coşku...

Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine izlediğim Meksika yapımı bir filmde (Güeros), öğrencilerin işgal ettiği üniversitenin duvarında şöyle bir slogan yazılıydı: “Genç olup da devrimci olmamak bir çelişkidir.”

Devir devran değişti elbet. Devrimci olmaya atfedilen anlamlar üzerine yeniden düşünmek gerek belki. Misal, birileri “katil, cani” diyerek hakaret yağdırsa, kendince küçümsemeye, aşağılamaya çalışsa da, Ernesto Che Guevara’yı sahiplenenler aradan geçen yıllar boyunca hayli çeşitlenmiş görünüyor. Erdoğan’a Che yakıştırmasında bulunan bile oldu...

Devrimcilikten ne anlamak ne anlamamak gerektiği başka bir tartışma konusu olsun; ama kendi adıma devrimciliğin ifade ettiği değerleri, erdemleri, iddia ve idealleri, duyarlılıkları korumak, yaşadığımız dünyada, kendini “devrimci” olarak nitelemekten çok daha önemli, kıymetli bir anlam taşıyor.

İnsanın erdem bildiği, değer bildiği, yol bildiği konularda ne durumda olduğunun muhasebesini yapması, yaşama ve yürüyüşüne verdiği değerin hem ifadesi ve hem de gereğidir. Değil midir ki aslolan yoldur, yürümektir diyerek yaşamaya kavillidir söz bildiğimiz...

Adorno, “İdealin hemen arkasında hayat durur” der, Minima Moralia’da. Çoğu zaman ıskaladığımız, unuttuğumuz, önemsemediğimiz gerçeğimiz bu bizim. Iskaladığımız, unuttuğumuz, önemsemediğimiz, hayatlarımız... İdealin, ideallerin değeri hayatta bulduğu karşılık kadardır oysa; coşkularımız, heyecanımız, kavgamız, umudumuz kadar...

Stefan Zweig’ın dediğince, “Umutsuzluğun derinliklerinden daha büyük bir güçle çıkmak” nasıl mümkün olabilir başka? Umuda, ideallere, değerlerimize can verecek hayatlarımıza sahiplik edemezsek...

***

Sizi bilmem, hayatımın belli başlı dönemeçlerinde durup muhasebe yaparım ve bunu en azından son 20 yıldır Dersim’e giderek yaparım yaz veya kış... Kendimi dinlerim. Kalbimi ve ruhumu arındırmaya çalışırım. Nefes aldığımı, yaşadığımı hissederim. Yanlışlarımın, hatalarımın özeleştirisini veririm. Söz’ümü yinelerim. Yeniden kavilleşirim. İkrar veririm. Yaşamaya ve yürümeye mecal edinmeye çalışırım...

Şu satırlar mahpushane güncemden: “...Kimlerin hayat hikâyelerinde geçer adım; kimlerin gölgesine bastı ayaklarım... Kimler paylaştı acılarımı, sevinçlerimi yahut badirelerini geçerken ben hayatın, kimlerin yüreğinde yankılandım... Zamanın ezen, öğüten burgacında kimler kaldı geride, ne var ne yok; kimlerdir belleğimde, yüreğimde ve ben kimlerin... Muhasebe zamanlarında hayat, kendine ve yüreğine kapanmaktır, yaşam ağacı'na tutunarak...”

Kendimi Munzur kıyısında hayal ederdim mahpusta. Düzgün Baba’da hayal ederdim. Gözelerin başında hayal ederdim. Yitirdiğimiz büyüklerimizi düşünürdüm. En çok da babamı...

Babam çok konuşmazdı. Hayata dair ilk dersim, babamın o derin susuşlarından öğrendiklerimdir... Babam der ve susarım ben yıllardır.

Madem mahpushane defterlerimi karıştırıyorum, bu da bir mahpushane mektubunda yankılanan ve hep devreden özlemimiz olsun:

“...Yağmur kesilmiyor ama sonrasındaki o koku yok mu? Çekilen sıkıntıya değiyor gibi... Sen gökyüzünü görebiliyor musun orada? Mesela bir gökkuşağı çıksa... Öyle birdenbire, şehri ve içindekileri kutsasa da onlara unuttukları renkleri hatırlatsa... Kimse neden kavga ettiğini, küskün olduğunu hatırlamasa, mesela bir gün gardiyanlar gelse kapınıza; neden buradasınız, çıkın dışarıya koşun, gökkuşağı çıkmış, hadi, ne işiniz var, hem neden girmiştiniz, neydi sizinle devletin alıp veremediği, hadi, çıkın dışarı, dese...” (22 Ağustos 2000)

İyilik ve güzellik aşkına adanmış hayatların hikâyesi bizimkisi. Şairin dediğince, güzel ve güneşli günler, mavi bir ufuk, illa da özgürlük...

25 Kasım 2022 

P24 Blog - “Genç olup da devrimci olmamak bir çelişkidir” 

-Görsel, Alonso Ruizpalacios'un Güeros filminden bir sahne.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...