Ana içeriğe atla

Gün geçmiyor ki...

 “Günler ağır. Günler ölüm haberleriyle geliyor. / Düşman haşin zalim ve kurnaz.”

Hey gidi Bülent Ağabey... Bülent Uluer... Bütün renk ve çeşitleriyle Türkiye sol hareketinin gelmiş geçmiş en sıkı ajitatörlerinden biri, hatta birincisiydi. (Bir de rahmetli Memiş vardı elbette, İTÜ’lü Memiş...) Sanmayın ki abartıyorum; bilenler bilir, bilmeyenler de sorsun öğrensin. Kadıköy’de rastlaşırdık ara sıra. Hayatını kaybettiği sene Hrant Dink anmasına kol kola birlikte gitmiştik. Elinde bastonuyla yürümekte zorlanıyordu. “Sen gelmeseydin keşke” diyecek olmuştum ve sözü ağzıma tıkmıştı; “Olur mu öyle şey!” 22 Ağustos 2022 günü yitirdik. Ölüm yıldönümü filan da değil, nereden aklıma düştü Bülent Uluer, anlatacağım.

Bülent Uluer’in dinleyenlerin tüylerini diken diken eden, coşkuyla ayaklanmasını sağlayan ajitasyon konuşmalarının bazı değişmez klişeleri vardı. Çoğu zaman, üzerine çıktığı yüksekçe bir masa veya sandalye üzerinden “korsan miting” için çevresine toplananlara, “Arkadaşlar! Yoldaşlar!” diye başlardı konuşmasına. Devamla, “Sizlere Küba’dan, Angola’dan, Vietnam’dan dünyanın muzaffer devrimlerinden ve devrimcilerinden selam getirdim!” derdi. Marks’tan, Lenin’den, Che’den, Castro’dan ve Ho Chi Minh’den... “Ho Amca”nın adının geçtiği anda, Che’nin “Bir Vietnam yetmez! İki, üç, daha fazla Vietnam!” sloganını haykırırdık; “Ho! Ho! Ho Chi Minh! İki üç daha fazla Vietnam!”

Korsan mitinglerin teması, genellikle o günlerde adeta “olağan” hale gelen cinayet ve katliamları kınamaktı; ancak zam ve hayat pahalılığı, IMF politikaları, grevlere destek de korsan mitinglerin konuları arasındaydı. Neticede bir “eylem” idi korsanlar, örgütlenmesi ciddi bir hazırlık gerektirirdi. Böylece hem taraftarlar harekete geçirilmiş, canlandırılmış olur, hem halka yönelik propaganda yapılmış olur ve hem de devlete karşı bir tür güç, kararlılık gösterisi yapılmış olurdu.

Toplanan kitleye “selamları” ilettikten sonra Bülent Uluer’in diğer klişesi, konuşmasına “Gün geçmiyor ki...” sözcükleriyle başlamaktı; “Gün geçmiyor ki faşistler emekçi halkımıza karşı saldırılarını daha da tırmandırmasın! Gün geçmiyor ki bir yoldaşımız faşistler tarafından katledilmesin! Gün geçmiyor ki oligarşi devrimcilere karşı sivil faşistlerle işbirliği halinde daha da azgınlaşmasın! Gün geçmiyor ki oligarşi ve burjuvazi yeni zamlarla hayatı emekçilere zından etmesin!” Sürüp giderdi böyle...

Bülent Uluer’in ajitasyonu sadece dinleyenleri değil çevrede toplaşan meraklı kalabalığı da heyecanlandırırdı... Bülent Ağabeyin ajitasyon dozu yüksek konuşmalarının ardından bir kez daha devrimin, sosyalizmin, özgürlüğün kaçınılmaz bir gereklilik olduğuna inancımızı tazeler, görevlerimize daha bir canla başla sarılırdık...

Bugün yerinde büyük adliye binası bulunan Çağlayan Lisesi’nde, Çağlayan Deresi, Kağıthane-Nurtepe, Esenler ve Bayrampaşa dolaylarında bu satırların yazarının da Bülent Uluer’i taklit ettiği kahvehane konuşmaları olmuştur. “Halkımızı” devrimci saflara davet ettiğimiz bildiriler dağıtırken. Ancak laf aramızda, o yıllarda (70’li yılların sonu) şiveli bir konuşma tarzım vardı ve benim ajitasyonlarım “halkımız”da heyecandan çok gülümsemelerle karşılanıyordu.

***

O günlerin, o zamanların üzerinden hayli zaman geçti. Dünya değişti, devir devran değişti. “Halkımız” değişti. “Biz” değiştik. Ama galiba devlet ve adına “devlet aklı” denilen şey pek değişmedi...

Epey zamandır durumumuz şu: Gün geçmiyor ki “muhalif” addedilen sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları, sendikalar ve bunların temsilcileri, sözcüleri ne zaman iktidar koalisyonunun hazzetmediği bir şey deseler hedef tahtasına konulmasın... Bunun son örneği TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı oldu. Önce iktidar sözcüleri demediğini bırakmadı ve ardından savcılar harekete geçti. Mesele nedir? Medya TV’ye demiş ki... E ne demişse demiş; siz de bir şey dersiniz, yalanlarsınız, vs. Gözaltı, peşinen yargısız infaz yaparcasına mahkum etme, hedef gösterme olmazsa olmuyor mu? Devletin “bekaası” iki çift lafa dayanamayacak kadar hassas ve kırılgan mı?

Gün geçmiyor ki “muhalif” addedilen basın çalışanları, tabii ki öncelikle Kürt gazeteciler, “terör” suçlamasıyla gecenin bir vakti ev ve ofisleri basılarak gözaltına alınmasın, tutuklanmasın. Son olarak Mezopotamya Ajansı ve Jinnews çalışanı 11 gazeteci gözaltına alındı. Haber, malum medya tarafından “PKK Basın Komitesi” filan diye duyuruldu. Yargıya, mahkemeye ne hacet!

Gün geçmiyor ki iktidarıyla muhalefetiyle siyasilerin laf dalaşından ibaret polemikleri insanlara “Bu mudur?” dedirtmesin... Gün geçmiyor ki yeni bir cumhur ve millet ittifakı anketi açıklanmasın ve anket sonuçlarını herkes kendine yontarak lanse etmesin...

Gün geçmiyor ki hayat pahalılığı daha ezici bir hal almasın... Gün geçmiyor ki her şey neredeyse her gün zamlanmasın... Gün geçmiyor ki insanların geleceğe dair umutları her geçen gün daha da kararmasın... Gün geçmiyor ki ülkeyi terk etme hayali kuran gençlerin sayısı daha da artmasın...

Gün geçmiyor ki... “Bir devir daha kapandı” dedirten bir ölüm haberi almayalım. Halit Kıvanç, gerçekten de bir devrin “sesi”, simgesi olan isimlerdendi...

Gün geçmiyor ki... Daha Halit Kıvanç’ın ölüm haberinin duygusal dünyamızda estirdiği nostalji rüzgarının etkisindeyken bir başka ölüm haberiyle sarsılmayalım... Ahmet Tulgar, 63 yaşında, daha çok şey yazacak, üretecek bir yaşta kalp krizinden...

***

Yazının başında bahsettiğim korsan mitingler, insanların kalabalık olduğu tercihan merkezi bir yerde, her şey olağan seyrindeyken birden birimizin “Bağımsız Türkiye!” ya da “Kahrolsun faşizm!” sloganı atmasıyla başlardı. Aynı anda korsanın yapılacağı alana dört bir yandan slogana eşlik eden insanlar koşarak toplanırdı. Ajitatör konuşmasına başlamadan önce çevresine toplanan kitleyi devrim şehitleri anısına bir dakikalık saygı duruşuna davet ederdi. Saygı duruşu esnasında kitle içerisinde gür sesli biri, Nâzım Hikmet’in 1941 yılında yazdığı “Zafere Dair” başlıklı şiirini okurdu:

Korkunç ellerinle bastırıp yaranı

dudaklarını kanatarak

dayanılmakta ağrıya.

Şimdi çıplak ve merhametsiz

bir çığlık oldu ümid…

Ve zafer

artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar

tırnakla sökülüp koparılacaktır…

 

Günler ağır.

Günler ölüm haberleriyle geliyor.

 

Düşman haşin

zalim

ve kurnaz.

 

Ölüyor çarpışarak insanlarımız

– halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı –

ölüyor insanlarımız

– ne kadar çok –

sanki şarkılar ve bayraklarla

bir bayram günü nümayişe çıktılar

öyle genç

ve fütursuz…

 

Günler ağır.

Günler ölüm haberleriyle geliyor.

En güzel dünyaları

yaktık ellerimizle

ve gözümüzde kaybettik ağlamayı:

bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp

gözyaşlarımız gittiler

ve bundan dolayı

biz unuttuk bağışlamayı…

 

Varılacak yere

kan içinde varılacaktır.

Ve zafer

artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar

tırnakla sökülüp

koparılacaktır…

Olur bazen. “Gün geçmiyor ki” sözcüklerinin çekim alanında yolunu ararken, Sabahattin Ali’yi seslendirir Ahmet Kaya; “Gel susalım, beraberce.”

28 Ekim 2022 

P24 Blog - Gün geçmiyor ki...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...