20 yıl oldu, ne oldu?

Birçok şeye alışıyorsun elbet, “herkes bana bakıyor” duygusundan arındım. Alışamadığım şeyler var hâlâ ve onlar zaten alışmamam gereken şeyler...

Tesadüf işte, “cezam” bitip de Kaman Hapishanesinin küçük bahçesinde toprağa saygı duruşunda bulunduğumda, kimliğimde yazılı tarihe göre, tam 40 yaşına girmiştim. “Tam” derken, iki gün filan fark ediyordu; nüfusa göre 14 Kasım’da doğmuşum, tahliye olduğum gün ise 16 Kasım idi. Seyit Rıza ve arkadaşlarının asılarak öldürüldüğü gün de, malum, 15 Kasım... Tarihlere, sayılara olmadık anlamlar atfetmek gibi bir merakım yok. Ama işte görüyorsunuz, kasım ayı mühim bir ay benim için...

Kasım, sonbaharın son ayıdır ama kış mevsiminin ilk ayı kabul edilir fiilen. Zira havalar iyiden iyiye soğumaya başlar, kışlıklar çıkarılır, sobalar yakılır. Sobalar yakılır dediğim, dil alışkanlığı, kombiler yakılır yani, artık doğalgaz diye bir şey var. Ama çıktığım gün, 16 Kasım, günlük güneşlik bir gündü, “bahar gibi” dedirten cinsten.

Araya kamu spotu da sıkıştıralım, geçen bir arkadaş paylaşmıştı da ondan gördüm: “Yakarsa kombiyi zenginler yakar.” Marks’ın bir fotoğrafının üzerine yazılmıştı bu söz. Müslüm Baba’nın bilinen şarkısından esinlenmişler; “yakarsa dünyayı garipler yakar.”

Ufuk eskiden de böyle hızlı mı araba kullanırdı? Yok, bu kadar değil. Haluk, evet, ama Ufuk daha dikkatli bir sürücüydü diye kalmış aklımda. Görmeyeli coşmuş, yollar da açık, arabayı uçuruyor adeta ve ben yanındaki koltukta kaskatı haldeyim, farkında bile değil...

“Biraz yavaş sürsene ya?”

“Niye ki? Yollar açık. Sen görmeyeli yeni yollar yapıldı, Ankara-İstanbul arası mesafe bayağı kısaldı.”

İyi, peki. Öyle olsun. Dışarıya alışmak biraz zaman gerektirecekti. Sohbet olsun diye bunu dile getirdiğimde, Ufuk, “Ne zamanı ya? Sen zaten yeterince zaman kaybettin. Hemen adapte olacaksın. Bunun için şok tedavisi uygulayacağız sana!” dedi.

Şok tedavisi dediği de neydi? İstanbul’a varınca görürmüşüm. Gördüm. Sabah mahpustan çıktım ve akşam olduğunda Nevizade’de bir meyhanede, dost sofrasındaydım...

Daha önceki (1987) tahliye deneyimimden biliyorum; alkolün kokusu bile sarhoş etmeye yetiyordu beni. O zaman birkaç kez sarhoş olup ortalığı dağıtmışlığım, uzun süre zırıl zırıl ağlamışlığım, sonradan bunları bana anlattıkları zaman utançtan kıpkırmızı olmuşluğum aklımda, canlı. İçeriden çıkan insan duygusal olur ister istemez, içerse hemen sarhoş olur, duygusallaşır, ağlar filan. İçmek işin bahanesi aslında, içmese de duygusaldır, göz pınarları nemlidir çoğu zaman; alkol olmaz da bir türkü olur, bir ezgi olur, yıllar sonra karşılaştığı bir arkadaş olur, sisli hafızasında birden canlanan bir anı olur... İçeriden çıkana “bahane” çok; duygularının çağlayan misali ayaklanması, coşması için...

Yok, çıktığım günün akşamı sarhoş filan olmadım. Nasıl dikkatli içmiş ve “aman ha!” diye şartlandırmışsam kendimi, kayda değer bir “olay” çıkarmadım. Ama bir ay olmamıştı daha; bir arkadaşımın mekanında sarhoş oldum. Sarhoşluk yarı yarıya psikolojiktir denir ya, doğru. Oturduğumuz masada isimleri lazım değil bazı koca koca örgütlerin (“koca koca” lafın gelişi) ileri gelen şahsiyetleri vardı. Son derece ciddiyetsiz, laçka bir üslupla sol hareketin acınası halleriyle ilgili görüşlerini beyan ediyorlardı. İçimde dayanılmaz bir isyan, ağlamak ve masayı devirip her birine ağzıma geleni saydırmak duygusu uyandı. Nasıl olduysa, dayandım ama. Dayandım dediysem, tuvalete diye kalktım masadan dışarı çıktım. Oradan uzaklaştım, kaçtım yani. Taksim meydanının ortasında bağıra çağıra ağladım...

Nereden girdiysem bu sarhoşluk mevzuuna; niyetim “dışarıdaki” ilk zamanlarımı anlatmaktı oysa. Bilmeyen de o ilk zamanları sarhoşluk hikâyelerimden ibaret sanır; değil halbuki. Alakası yok.

Şöyle söyleyeyim, her şey, ama gerçekten her şey, yeni ya da çok yeni idi benim için. Diyebilirim ki her şeyi ama gerçekten her şeyi yeniden anlamam, tanımam, keşfetmem, yeniden anlamlandırmam, tanımlamam gerekiyordu. Çocuk gibi. Sorun şu ki, yetişkin bir insansın çocuk değil. Dolayısıyla, mesela herhalde otobüse nasıl binilir, inilir, taksinin kapısı nereden nasıl açılır, biliyorsun sanıyor insanlar. Bilmiyorsun oysa ve her nasılsa bunu birisi akıl edip de, “şöyle yapacaksın” filan diye önceden uyarıyor, akıl veriyorsa, ona müthiş minnet duyuyorsun... Zaten bu tür uyarıları yapmayı akıl edenler de senden önce mahpustan çıkmış arkadaşların oluyor... Mesela ben uzun süre yalnız başıma metroya binemedim. Elimdeki kartı nereye dokunduracağım, ne olacak, bilmiyordum. “Metroya bin, iki durak sonra in, oradan alırım seni” diye sözüm ona sana yol tarif eden arkadaşların bilmiyor, düşünmüyorlardı bunu...

Neyse ki yürümeyi severdim ve severim. Çok yürüdüm İstanbul sokaklarında, yollarında, çok kayboldum... Aklınızda olsun: İçeriden çıkan birine yol tarif edecekseniz, banka, market, büyük bina gibi belirgin işaretler üzerinden yapın bunu... Yön ve adres bulma konusunda hâlâ “özürlü” denecek kadar yeteneksizim, aradan onca zaman geçmiş olmasına karşın. “İçeride” ufkun, voltada döndüğün duvarla arandaki mesafe kadar. Bazı özelliklerin, yeteneklerin köreliyor ister istemez...

Uzağa bakmak, göz alabildiğine uzağa bakmak, uçsuz bucaksız gibi görünen bir denize mesela, gökyüzüne, bulutlara, yıldızlarla bezeli bir geceye, maviye, yeşile... Çok kıymetli bir şeydir. “Dışarıdaki” yaşamın olağan hayhuyu içerisinde anlamı, kıymeti insanların aklına bile gelmeyen şeylerden biridir bu da. Anlamak ve bilmek için illa “yatmış” olmak gerekmez aslında. Ama işte maişet derdine koşullanmış bir koşturmacadan ibaret olunca insanların hayatı, uzağa bakmak, kimin aklına neden gelsin ki...

Görmeyeli çok şey değişmişti. Her şey değişmişti. Şehir, insanlar, yollar, sokaklar, dükkanlar... AVM’ler vardı artık mesela ve ilk zamanlar bir vesile ile girdiğim her AVM’de yolumu kaybettim, şaşkınlıkla çıkış yolunu bulana değin dolanıp durdum. Kimselere çok mecbur kalmadıkça misal “çıkış neresi?” diye soramıyordum da veya adres. İnsanların tuhafına gider diye düşünüyor insan; “Bu da soru mu yani? Dalga mı geçiyorsun yoksa içeriden yeni mi çıktın?”

Bir de bu var, evet. Otururken, kalkarken, yürürken, konuşurken, herkes sana bakıyor sanıyorsun. Her halinden içeriden yeni çıkmış biri olduğun belli diye düşünüyorsun. Sana bakıyorlar ve belki gülüyorlar, belki “yazık” diye söyleniyorlar, acıyorlar, belki gıcık kapıyorlar, belki, kim bilir, öyle işte...

Cep telefonu diye bir şey vardı artık mesela. Akıllı telefonlar çıkmamıştı henüz. Takoz gibi telefonların yerini daha minik Siemens, Nokia marka telefonlar yeni yeni almaya başlamıştı. İlk telefonumu Aykut vermişti bana; “Hocam bak bu telefon!” Panasonik marka takoz gibi olan telefonlardan. Ah Aykut, doktor. Üzerinden nice zaman geçse de eksikliğin, boşluğun, kesilmiş kol gibi omuz başımda, yokluğunun acısı yüreğimde...

Sonra daha minik bir telefonum oldu, Siemens idi markası. Avukat arkadaşım vermişti onu da, bin kontör yüklü olarak. Bin kontör, herhalde en az bir yıl kullanırdım. Bir ay filan sonra bitti oysa. Telefon elimde uyuyordum, sabah olsa da bayramlıklarımı giysem heyecanı içinde yeni elbisesiyle uyuyan çocuklar gibi... Ne olur ne olmaz, biri arayabilir, bir mesaj gelebilir...

İlk bir yıl içinde iki telefon çaldırdım, bir cüzdan ve bir de içinde anahtar, flashbellek gibi kişisel eşyalarımın bulunduğu sırt çantam. Telefonlarımdan birini, ben konuşurken elimden “uçurdu” arkadan uzanan bir el. Çok zoruma gitti. Tazı gibi koşan genç bir delikanlıydı. Peşinden koşturdum Tarlabaşı sokaklarında. Yakalayamadım. Ama telefon bir yana içinde bir sürü kayıtlı numara vardı, eş dost, arkadaş, tanıdık...

Kim bu kapkaççılar? Çoğu Diyarbakırlı çocuklarmış, öyle deniyordu. Yahu bula bula beni mi buldunuz? Taktım kafaya ve peşine düştüm bu işin...

Kumkapı dolaylarında birahane işleten bir arkadaşım vardı, Bingöllü. Oraya uğradığımda Şeyhmus isminde biriyle tanışmıştım; o civardaki kapkaç çetesinin reisi imiş, Kulplu, orta boylu, esmer, genç bir delikanlı. Yapmayın etmeyin diye nasihat etmişliğim çoktur. Başını öne eğip dinlerdi. Ama bildikleri gibi yapmaya da devam ederlerdi. Banliyö treni idi “iş” alanları. Neyse. Gidip Şeyhmus’u buldum o öfkeyle. “Hemen bakalım, araştıralım abi” dedi, telefonumun rengini, markasını filan öğrenip.

Birkaç saat sonra geldi. “Abi biliyorsun orası bizim bölgemiz değil” diye başladı söze, “Fırat abiden ricacı olduk ama elden çıkarmışlar, öyle bir cihaz yokmuş ellerinde.” Eee? Yanındaki çantadan 5-6 adet telefon çıkardı, “Bunları yolladılar, hangisini beğenirsen senindir.” Rehber önemliydi benim için. Tabii ki almadım.

Laf aramızda, “Senin kim olduğunu anlamışlarsa yabancı değilmiş diye götürüp filanca parti binasına bırakmış olabilirler” demişti bir arkadaş da. O “filanca” partiye de gittim, durumu izah ettim. Getirip masa üzerine bir sürü telefon, çanta vs. dizdiler. Benimki yoktu içlerinde. Uzatmayayım. O ara kapkaç çetelerine yönelik operasyonlar başladı. Sonraki yıllarda kapkaç olayları hayli azaldı bildiğim kadarıyla.

 Cüzdanımı da, 2003’te Beşiktaş şampiyonluk kutlamaları yaparken çaldırdım, İstiklal Caddesi kalabalığı içinde. Nasıl çaldırdım, bilmiyorum, hiç fark etmedim. Kimliğim ve param vardı içinde.

 “Alışıyorsun işte” demek isterdim, ne denli yeni de olsa her şey dışarıda, alışıyorsun işte... Birçok şeye alışıyorsun elbet, ister istemez, otobüse, taksiye, metroya, metrobüse filan binip inebiliyorum artık, caddeden paniğe kapılmadan karşıdan karşıya geçebiliyorum ve “herkes bana bakıyor” duygusundan büyük ölçüde arındım. Ama alışamadığım şeyler var hâlâ ve artık kendimi ikna ettim; alışamadığım şeyler, zaten alışamayacağım ve alışmamam gereken şeyler...

20 yıl oldu, ne oldu yazılarımı sürdüreceğim... Kişisel hikâyem bir yana, çok şey oldu çünkü. Hatırlamak iyidir.

2 Aralık 2022 

P24 Blog - 20 yıl oldu, ne oldu? 






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...