Para lanetli bir şey, ama...

Çok para kazanmadım fakat laf aramızda “çok para kazanmam lazım” diye düşündüğüm, bu yönde girişimlerde bulunduğum dönemler oldu.

İçeriden çıktıktan sonra ilk senem, daha önce anlattığım bir aylık bedelli askerlik süresini saymazsak, “dışarıya adapte olmak” çabasıyla geçti. Aslında içerideki son aylarımda bu çaba içerisine girmiştim. Ama kendi kendine psikoterapi de bir yere kadar tabii; birçok şeyi illa da yaşayarak, deneyimleyerek öğrenmen gerekiyor neticede, kaçış yok.

“Özel” veya “kişisel” hikâyeler bende kalsın ama deneyimini paylaşmak, kayda geçirmek, ilgili okurla ve hiç değilse yıllar sonra içeriden çıkan tanıdıklara, arkadaşlara belki yardımı olur, ilham verir düşüncesiyle anlatmak istediğim şeyler de çok. “Çok” olunca bazen dağıtıyor da olabilirim; yapabildiğimce meramımı derli toplu anlatmaya çalışacağım yine de.

İlk birkaç sene adapte olmak çabasıyla geçti ama bu çabanın, “tamam, oldum” denebilecek bir sonu yoktu ve sanırım olamazdı da. Sadece ilk günlerdeki “herkes bana bakıyor” şaşkınlığını atlatabilirsin, caddeden karşıdan karşıya geçerken arabaların üstüne üstüne geldiği paniğinden kurtulabilirsin biraz ama hayata karşı hep “öğrenci” olmak durumundasın. Ne öğrenmenin ne de hayata ve insan hallerine dair sürekli seni şaşırtacak durumlar yaşamanın sonu var.

Misal, “vakıf” görünümünde bir rezil tarikat liderinin 6 yaşındaki kızını 29 yaşındaki bir müridine “gelin” etmesinin nesine alışacaksın? Bir cümle içinde kaç tane apaçık suç var, bakar mısınız? Çocuk istismarı, cinsel taciz, tecavüz, sapıklık, pedofili, her türlü alçaklık ve insan hakkı ihlali... Nereden baksan ahlaksızlık, alçaklık, adilik, rezillik ve insan olanı isyan ettiren bir düşkünlük...

Çocuklar söz konusu olunca, hele ki kız çocukları, akan sular durmalı. Çocuklar ideolojik, siyasi görüşlerimiz ne olursa olsun, kırmızıçizgimiz, en önemli ortak paydamız olmalı ve onları sahiplenmek, savunmak, korumak en büyük yaşamak gerekçemiz, sorumluluğumuz...

Hayat devam ediyor, öğrenmenin de, şaşırmanın da sonu yok ve yaşamını idame ettirmek için çalışmak durumundasın. Hayata yeniden ve hayli geriden gelerek, kuşatıldığın eksilerle, olumsuzluklarla mücadele ederek başlaman gerekiyor. Ortada seni yaşatacak bir “miras”, zengin aile efradı filan da yok. Kardeşlerim çalışan insanlar, kimsenin beni “taşıyacak” hali, mecali yok ve zaten benim de öyle bir anlayışım, niyetim yok.

İyi kötü bir gazetecilik, dergicilik deneyimim vardı. 12 Eylül’ün hemen ardından yayımlanan sanırım ilk aylık sosyalist derginin -Yeni Çözüm- yayın yönetmenliğini yapmıştım, 1987’de. “İçeride” de hem 12 Eylül yıllarında hem de 90’larda mizah dergileri hazırlardım ilgili başka arkadaşlarla birlikte. Biraz çizerliğim de var. On parmağımda on marifet yok ama tümden de marifetsiz, yeteneksiz değilmişim yani.

Bir karar verdim ve aradan geçen bu 20 senede hâlâ o kararla beraber yaşıyorum, yürüyorum: Türkiye şartlarında ne denli neredeyse imkansız da olsa yazarak, çizerek yaşamımı idame ettireceğim. Üstelik değerlerini, duyarlılıklarını, hayata ve dünyaya karşı duruşunu koruyarak. Kalemini satmadan. Bağımsız ve daima haktan, hukuktan, adaletten, barıştan, demokrasi ve özgürlüklerden yana “taraf” olarak.

Sonradan kapanan Ülkede Özgür Gündem gazetesinde çalıştım... Sonrasında bir ara pıtrak gibi peş peşe açılan Alevilere yönelik yayın yapan bazı TV kanallarında çalıştım. İnternet haber sitelerinde editörlük yaptım. İlki 2003’te yayımlanan yaklaşık 15 kitabım var. Tercihim edebiyat idi ama araştırma-inceleme kitaplarımın sayısı daha fazla. Memleket meseleleri ağır basınca böyle olması da kaçınılmazdı galiba. Dersim merkezli ekolojik meselelerle ve 38 Kırımıyla ilgili sivil girişim ve platformlarda yer aldım. Bir STK’nın (Yüzleşme Derneği) kuruluşuna önayak oldum, kurucuları arasında yer aldım. Bu çalışmalarımın her biri ile ilgili çok şey anlatabilirim; kişisel hikayemin öğretici deneyimleriydi.

Gazeteci, yazar sıfatı ve kimliğiyle çok “ünlü” biri olduğum kanısında değilim, çok önemsediğim bir şey de değil zaten. Ama tanıyanlar, Dersimli kimliğimle tanıyorlar ve öyle lanse ediliyorum; “Dersimli Alevi yazar” deniyor, bazen “Kürt” diye de ekleniyor (Ama ne hikmetse vikipedia “Türk araştırmacı-yazar” olduğumda ısrarcı). Bu, önceleri tuhafıma giden bir şeydi doğrusu. Bir yazara “Sünni yazar” denildiğini hiç duymadım mesela veya “Yozgatlı yazar.” Fakat bunu çok da dert etmedim. Aksine; Kürt sorunu kalıcı ve barışçıl bir çözüme kavuşturulmadığı, Alevilerin eşit yurttaşlık istemleri karşılık bulmadığı, Dersim’e adı iade edilmediği ve 38 kırımıyla yüzleşilmediği müddetçe Dersimli, Kürt, Alevi kimliğimle anılmaktan rahatsızlık duymayacağım. Ne zaman “normale” dönersek o zaman bu atıflar da anlamını kaybedecektir elbette.

Yazmaktan, gazetecilikten çok para kazanmadım tahmin edileceği üzere. Malum ekonomik kriz ve enflasyon nedeniyle halen zorlandığım da doğrudur. Ancak idare ediyorum işte ve daha da önemlisi, geceleri gayet rahat uyuyorum, vicdanen son derece huzurluyum ve 11 yaşındaki kızıma, Zerya nezdinde çocuklarımıza karşı yegane mahcubiyetim onlara daha iyi, güvenli ve özgür bir yaşam miras bırakamamış olmak... Ama hiç değilse, kendi nam-ı hesabıma elimden geleni yaptım.

“Çok para kazanmam lazım”

Çok para kazanmadım fakat laf aramızda “çok para kazanmam lazım” diye düşündüğüm, bu yönde girişimlerde bulunduğum dönemler oldu. Mesela bir ara işsiz kaldığımda bazı arkadaşların gazına gelip bu psikolojiye kapılmıştım; ticaret yapmak lazım, ticarette para var... Çocuğum doğduğunda da benzer bir ruh hali hasıl olmuştu bende; para lanetli bir şey ama olmasa da olmuyor işte, çok para kazanmam lazım, kızım hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmesin...

“Ticaret yapmak lazım” deneyimlerimden birini anlatayım yeri gelmişken. Hatırladıkça acı acı gülüyorum. Bakalım siz ne düşüneceksiniz.

İsmi lazım değil, şu anda CHP’de siyaset yapan bir hemşerim ve arkadaşım, bir Alman kapı şirketinin Türkiye distribütörlüğünü almıştı, unuttum kapı markasını ama ünlü bir markaymış. O ara bir internet sitesinde gece editörlüğü yapıyordum ve evimin kirasına, faturalarına bile yetecek bir para geçmiyordu elime. Durumumdan haberdar olan söz konusu arkadaşım, “Yahu senin çevren geniş, bizim kapıların satış temsilcisi ol, diğer satışçılara yüzde 3 prim veriyorum sana yüzde 7 veririz” dedi. Yapabilir miyim? Yaparsın niye yapamayasın... En azından deneyeyim bari...

Görüştüğüm arkadaşlara, tanıdıklara filan haber verdim; şu kapı firmasının kapılarının satışıyla ilgili çalışıyorum, kapılar son derece kaliteli, sağlam ve benzerlerine göre ucuz...

Bu arada acemiliğimi ve “yapabilir miyim acaba” tedirginliğimi bilen arkadaşım, elime kapıların özellikleri ve fiyatlarının yazılı olduğu bir broşür ve liste tutuşturdu. Nasıl konuşacağım, ne diyeceğim üzerine uzun uzun bir şeyler anlattı. En önemlisi de ne kadar indirim yapabileceğime dair vurgulayarak bir oran telaffuz etti. Söz gelimi, listede fiyatı 100 Euro (fiyatlar Euro üzerindendi) görünen bir kapının fiyatını en fazla ve kesinlikle son fiyat olarak 90 Euroya inebilirdim. 150 Euro olan fiyatı 140’a inebilirdim, vs. Döne döne vurgulamıştı, “Daha aşağı bir fiyat verme yetkin yok, ona göre.” Anladım, peki.

Bu işi yaptığımı duyurduğum sanatçı arkadaşlarımdan biri aradı bir gün; Alibeyköy’de büyük bir site inşaatı yapan müteahhit hemşehrimizmiş, gidip görüşsem iyi olurmuş. Gittim adamın ofisine.

Adama kendimi tanıttım, çay kahve içtik, memleket meselelerine dair sohbet ettik. Ne zaman iş konuşacağız, mevzuyu nasıl açacağım, bilmiyorum. Neyse ki adam açtı konuyu. Çantamdan çıkardığım broşürü önüne koydum. Baktı, inceledi ve bir kapıya parmağını bastırıp, “Bu iyi, ne kadardır fiyatı?” Arkadaşım sıkı sıkı tembihlemişti ama ben en son söylemem gerekeni en başta söyledim elimdeki listeye bakıp; “O kapı 100 Euro ama size 90 Euro olur.” Adam, 10 bin kapı alacaklarını söyledi. “Olsun” dedim, “bu son fiyat.” Yarına kadar bana döneceğini söyledi telefonumun yazılı olduğu kartı aldıktan sonra, tokalaştık, kalktım çıktım.

Ertesi günü aradı gerçekten de. Bir Amerikan kapı firması aynı özellikteki bir kapı için daha uygun fiyat vermiş. “O zaman onlardan alın” dedim, diyecek bir şey bulamayınca. Adam, “tanıdıksınız, hemşeriyiz, sizden almayı tercih ederim” diye ısrar etti. Ben, “daha farklı bir fiyat veremem maalesef” dedim. Velhasıl olmadı satış.

Daha önce görüşelim diye anlaştığımız gün gelince arkadaşımın şirketine gittim. Durumu anlattım. Oturduğu koltuktan fırladı. “Hemen ara adamı, biz daha ucuza vereceğiz o kapıyı!” İyi de yahu sen dememiş miydin şu orandan daha aşağı inemezsin kesinlikle? “Nereden bileyim senin 10 bin kapı satacak bir ilişki kuracağını?” dedi. Bu arada bu satış olsa, aklımda kalmış söylediği rakam, 70 bin Euro kazanacakmışım ben de. İyi paraydı o zaman (2006). Şimdi de öyle tabii. Ama kafama yatmadı bu iş. Adama “son fiyat, kesin, o halde daha ucuz fiyat veren yerden alın” diyen ben, şimdi arayıp bütün laflarımı yutmalıydım yani. Üç kağıtçının teki olduğumu düşünmez miydi? Velhasıl, aramadım. Arkadaşım ısrarla telefonunu istedi, vermedim. Çantamdaki broşürleri filan çıkarıp masasının üzerine koydum ve “Kusura bakma” dedim, “bu iş bana göre değil.”

Uzattım. Güldüren ve düşündüren birkaç denemem daha oldu, isterseniz onları da anlatırım.

***

Dışarıdaydım işte. Demek, böyle bir şeydi “dışarıda” olmak.

Sisler arasında belli belirsiz bir ışık gibi pırıldayandı umutla baktığımız gelecek; özgürlüğe dairdi, bahara dairdi ve rengi, mavi...

 9 Aralık 2022

P24 Blog - Para lanetli bir şey, ama... 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...