Umudun kadar özgür, korkuların kadar tutsaksın

Korku aşıldığında o hikmetinden sual olunmaz güçten de eser kalmaz. Üstelik iktidar değişmiş ama devlet de, vatan da bir yere gitmemiştir...

Seçim kampanyaları, tarafların iktidar olmak veya iktidarda kalmak iddialarını yarıştırdıkları bir süreçtir, malum. Hitap ettikleri seçmenleri kendilerinden yana ikna etmek için sözler verir, vaatlerde bulunurlar. Tabii normal ve doğal olarak o sözlerin, vaatlerin seçmenlerin gündemleriyle, sorunlarıyla, talep ve beklentileriyle uyumlu olması gerekir. Aksi durumda, yani seçmenin gündemiyle, sorun, talep ve beklentileriyle alakasız bir kampanya yürütürseniz, “çuvallama” riskiniz büyüktür. Misal, hayat pahalılığının, enflasyonun, işsizliğin en büyük gündem olduğu bir ülkede seçmen karşısında başka telden çalıyorsanız, üstüne de “Biz uzaya çıkacağız diyoruz onlar soğan diyor” diye dalga geçiyorsanız, bunun, siyaseten ağır bir yenilgiye uğramanızın başlıca sebebi olması beklenir...

Seçmenden oy isterken size niçin oy vermesi gerektiğini açıklamak, onu ikna etmek durumundasınız. Ekonomik sorunların, açmazların, belirsizliklerin bunalttığı seçmene iktidarda kalırsanız veyahut iktidara gelirseniz nasıl çözümler bulacağınızı anlatmalısınız mesela. Açıklamalarınız, sözleriniz, vaatleriniz etkili ve inandırıcı ise ne ala; rakiplerinizin sözlerinin altında kalıyorsanız, geçmiş olsun...

Ne var ki burası Türkiye ve mevcut durum ve gidişatı “normal” ölçülere göre değerlendirmek, her zaman doğru sonuçlar elde etmenizi mümkün kılmayabilir...

Sokaktan herhangi bir vatandaşı “kime oy vereceksin?” diye değil de en önemli derdimiz, sorunumuz nedir diye çevirip sorsanız, eğer tesadüfen “tuzu kuru” birine denk gelmemişseniz alacağınız cevap, ekonomik meselelerle ilgili olacaktır: Enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik, çarşı pazar yangını, fahiş kiralar, ay sonunu getiremiyoruz durumu, vb.

Ama bu dertli vatandaşa seçimde kime oy vereceğini sorduğunuzda, alacağınız cevap ilk sorunuza alacağınız cevap kadar kesin olmayabilir.

Sizin de tuhafınıza gidiyor mudur; 20 yılı aşkın bir süredir iktidarda olan parti, memleketin pür-ü melali hiç de parlak olmamasına karşın, anketlerde genellikle birinci parti çıkıyor. Oylarında ciddi bir düşüş var ama hala yüzde 30’larda geziniyor. Dolayısıyla ana muhalefet partisi belli bir çıkış yakalamış olmakla beraber “gümbür gümbür geliyor” değil. (Cumhurbaşkanı adayları konusunda biraz farklı bir durum var elbette ama partiler ve oluşturdukları ittifaklar açısından taraflar arasındaki mesafe çok da “açık” görünmüyor.)

Neden peki? Bu sorunun cevabı dönüp iddia sahibi partilerin ve liderlerinin yürüttükleri kampanyalara bakmamızı gerektiriyor.

CHP ve Millet İttifakı ile Kemal Kılıçdaroğlu, doğruya doğru, sokaktaki vatandaşın gündemiyle gayet uyumlu bir kampanya yürütüyorlar. İnsanların kolay kolay “bana ne” diyemeyecekleri, en azından dönüp baktıkları, kulak verdikleri vaatlerde bulunuyorlar. Ekonomik sorunları çözeceklerini, işçinin, emekçinin, emeklinin beklentilerini yerine getireceklerini, hayat pahalılığına son vereceklerini, mutfaktaki yangını söndüreceklerini, “temiz” para ve kaynakla ülkeyi kalkındıracaklarını (vb.) söylüyorlar. Sayın Kılıçdaroğlu’nun “mutfaktan” paylaşımları bu nedenle çok ilgi görüyor. 

Buna karşılık AKP, hayli çeşitlendirilmiş Cumhur İttifakı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yürüttüğü kampanya, daha çok muhalefete yönelik korku ve felaket senaryoları ile seçmene “aman ha!” uyarıları yapmak üzerine kurgulanmış görünüyor. Arada, önceki yazılarımdan birinde ele aldığım biçimde bu kurguyla uyumlu olsun diye “yerli-milli ve hatta anti emperyalist” takılmayı da ihmal etmiyorlar.

Hemen her gün ne diyorlar mesela, bakın.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya göre 14 Mayıs cumhurbaşkanı ve parlamento seçimleri, bir “siyasi darbe girişimi.” Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da bu “darbe” lafından esinlenip, “2023 seçimlerinde iktidar değişikliği Türkiye’nin tam bağımsızlığına darbe olur” dedi. Sayın Erdoğan’ın fiili sağ kolu Binali Yıldırım’ın da bir seçim tanımlaması oldu: “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir.” “Tek amaçları 14 Mayıs’ta Reis’i devirmek” diyen de oldu ciddi ciddi (Mehmet Metiner).

Tabii seçmenleri, pardon “Aziz Türk Milletini” birbirinden ürkütücü “darbe, istiklal mücadelesi, bağımsızlık savaşı, Reis’i devirmek istiyorlar” laflarıyla uyaran (!) sadece Erdoğan’ın “çevresi” değil; Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın “uyarıları” daha kesin ve keskin: Erdoğan’a göre Kılıçdaroğlu ve 6’lı masa envai çeşit “terör örgütleriyle” işbirliği yapıyor, Kılıçdaroğlu Kandil ile beraber yürüyor, seçilirse Öcalan’ı serbest bırakmaya ve hapishaneleri boşaltmaya hazırlanıyor, Selo’yu Apo’nun yerine getirmek istiyorlar ve daha neler neler... Son olarak , “Benim milletim Kandil’den aldığı destekle cumhurbaşkanı olana bu ülkeyi teslim etmez” de dedi...

Bu ağır itham ve suçlamaların bir mantığı var elbette.

Öncelikle durumları şu: Seçmene yaşadığı gerçek sorunların çözümüne dair söyleyecekleri bir şey yok. Bu sorunların müsebbibi olarak işaret edecekleri, suçlayacakları kimse de yok. Çarşı pazarda, mutfakta yangın var, Türk lirası pula dönmüş ve kalkıp “Hep CeHaPe’nin yüzünden” diyemiyor, mazeretler ileri süremiyorlar. Türk Tipi Başkanlık sistemine geçince Türkiye “uçacak” şeklindeki sözleri halen hatırlarda...

Böyle olunca yerli-milli ve de dini söylemlere sığınmaktan başkaca seçenekleri kalmıyor. Dahası, siyasi muarızlarını düpedüz “terör” ile, “terör örgütleriyle işbirliği” yapmakla suçlayacak kadar ileri gidiyorlar. Bu suçlamaları HDP’ye yöneltmelerine neredeyse alıştık ama CHP ve her biri gayet sağcı, muhafazakar, milliyetçi ortaklarına diyorlar resmen.

Ne var ki bu konseptin yeni bir icat olduğu söylenemez. Dünyanın demokrasisi oturmamış ülkelerinin herhangi birine biraz yakından bakın; her nasılsa oturdukları iktidar koltuklarından kalkmak istemeyen diktatörler veya diktatör özentisi tipler, baskılarla yok edemedikleri muhalif parti ve hareketleri benzer ithamlarla itibarsızlaştırmaya çalışırlar. Kendileri olmasa devlet, ülke, vatan elden gidecektir...

Çok uzağa gitmeye de gerek yok aslında. 7 Haziran seçimlerinde tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyince neler olduğunu hatırlayın. Hemen erken seçime gidildi ve 1 Kasım’a değin ülke yangın yerine çevrildi. Şantaja maruz kalan seçmen AKP’yi tarihinde görmediği bir çoğunlukla (yüzde 49) yeniden tek başına iktidara getirdi.

Şimdi sandık başına gidecek insanları aynı kaygı ve korkuyla hareket etmeye zorluyor; “Bizi seçmezsen teröristleri seçmiş olursun” demeye getiriyorlar.

2019’da kaybettikleri İstanbul belediye seçimleri için de aynı senaryoyu sahnelemişlerdi. “İmamoğlu seçilirse belediyeyi teröristler işgal edecek” gibi bir rüzgar estirmiş ama umduklarının aksine bu korku filmi o zaman ters tepmiş ve İmamoğlu oylarını arttırarak yeniden seçilmişti...

Kendisini ve iktidarını devletin ve ülkenin “bekası” ile özdeşleştirenlerin gücü, korkuyla biçimlendirdikleri kitle psikolojisinde saklıdır. Korku aşıldığında o hikmetinden sual olunmaz güçten de eser kalmaz. Ve korkunun esaretinden kurtulmuş insanlar biraz hayret çokça da sevinçle hayatın devam ettiğini görürler; üstelik iktidar değişmiş ama devlet de, vatan da bir yere gitmemiştir...

Aklımızda olsun: “Umut ettiğin kadar özgür, korktuğun kadar tutsak olursun” (Esaretin Bedeli filminden).

5 Mayıs 2023

P24 Blog - Umudun kadar özgür, korkuların kadar tutsaksın





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlla da İzmir...

#ŞehirNöbeti notları :)

Dersim'de hakim kanaat: Gülistan Doku...