Ana içeriğe atla

Dersim'e "Tunceli" demek...

 Cemal Süreya gibi, bir insan neden kimliğini gizlemek zorunda hisseder kendini? Diyarbakırlı oluşunu, Hakkarili, Şırnaklı, Dersimli oluşunu…

Adını Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak bildiğimiz ama aslında etnik kimliği, anadili itibarıyla Kürt olan kaç şair, yazar, sanatçı tanıyorsunuz diye sorsam, eminim aklınıza ilk gelecek isimlerden biri Cemal Süreya olur.

Cemal Süreya, Dersimlidir (Pülümür). ’38 kırımında 7 yaşındayken ailesiyle birlikte Bilecik’e sürgün edilmiştir. Eşine yazdığı mektuplardan birinde bu sürgünü şöyle anlatır:

“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

Annesi, sürgündeki altıncı aylarında henüz 23 yaşında dördüncü çocuğunu doğururken hayatını kaybetmiştir. “Önce öp sonra doğur beni” şiiri annesinin ölümüne dairdir: “Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni.”

“Sizin hiç babanız öldü mü?/ Benim bir kere öldü kör oldum” şiiri, bir kaza sonucu hayatını kaybeden babasını anlatır.

Cemal Süreya’nın hayatını anlatmak değil niyetim. Ama Erzincan üzerinden Dersim’e doğru yol alır ve Pülümür Vadisinden geçerken Cemal Süreya’yı anmamak, manevi anısına selam etmemek olmazdı elbette.

Cemal Süreya, “parasız yatılı” başladığı eğitim-öğretim hayatı boyunca, memuriyet yılları ve şair, yayıncı, yazar, edebiyatçı hayatı boyunca, bazı şiirlerine “sakladığı” Dersimli kimliğini, 80’li yılların sonunda “ifşa” etmişti. 9 Ocak 1990 günü terk-i diyar etmeden önce.

Belki biri merak eder de araştırırsa ne iyi olur: Türk edebiyatının Kürt “kökenli” kaç ismi var acaba? Hâlâ “kökenini” gizlemekte olanlar da var mıdır; bilmiyorum.

Cemal Süreya bahsiyle varmak ve okuru düşünmeye davet etmek istediğim konu şu: Bir insan nasıl ve neden kimliğini gizlemek zorunda hisseder kendini? Diyarbakırlı oluşunu mesela. Hakkarili oluşunu, Şırnaklı oluşunu, Dersimli oluşunu…

Adını anmadığım “sakıncalı” başka illerimiz de var elbette. Bunların ortak özelliği, Kürt olduğuna delalet sayılması. Bunu “terörist” olmakla eş anlamlı anlayanlar da az değil, malum. Ülkenin “milliyetçiliği” ile namlı birçok kentinde sözgelimi Diyarbakır plakalı yolcu otobüslerine saldırılması ırkçı faşist vatandaşların milli aktivitelerinden biri. En son, geçtiğimiz Nisan ayında bir Batman yolcu otobüsü Alanya’da saldırıya uğramıştı (23 Nisan 2023)…

Dersim ise başlı başına bir konu. Çünkü Dersimli olmak veya kafa kâğıdında yazıldığı ismiyle “Tunceli” doğumlu olmak, sadece Kürtlüğünüze delalet sayılmıyor, aynı zamanda Alevisiniz demek, solcusunuz demek, “bölücü, yıkıcı, komünist”, velhasıl ne kadar kırmızı çizgisi varsa devletin…

(Birkaç sene önce evini kiraladığım bir zat-ı ucube, kimliğimde “Tunceli-Ovacık” yazılı olduğunu görünce depozitosunu, emlakçı komisyonunu, ilk ay kirasını ödeyip karşılıklı imzaladığımız kira kontratını iptal etmişti.)

Bu yüzden yıllarca Cemal Süreya’nın kimliğini gizlemesine şaşırmamak, ama üzerinde ciddiyetle düşünmek lazım…

“Saklanmak”, bir “hayatta kalma” bedeli olarak yaşanırken, ruhunda hâlâ canlı ve kanamakta olan yaraların sızlamaya devam eder…

Dersim’e adını iade edin

2009 yılında dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Bitlis’in Norşin ilçesini ziyaret etmiş ve Norşin’e bölge halkının hâlâ benimsemediği, telaffuz edemediği resmi adıyla (Güroymak) değil de “Norşin” diye hitap etmişti. Aynı yıl Dersim’i ziyaret etmiş ve dönemin valisiyle aralarında şu diyalog geçmişti:

-Bir referandum düzenlesek halk Dersim adının iade edilmesini ister mi Vali Bey?

-Yüzde yüz ister sayın cumhurbaşkanım.

Doğru söylemiş vali bey. Ama o günlerde “değiştirilen yer isimleri” bir sorun olarak gündeme gelse de, siyasi iktidar herhangi bir adım atmadı. Oysa “Kürt sorunu en önemli sorunumuzdur” denilen günlerdi ve yer adlarının iadesi, devletin barış ve çözüm istediğinin ciddi bir işareti olurdu. Tıpkı hasta tutuklu ve hükümlülerin salıverilmesi gibi.

2015 yılında bu kez dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Dersimlileri heyecanlandıran bir açıklama yaptı, Dersim’i ziyaret etmeden hemen önce. “Bazı müjdelerim olacak” dedi. “Müjde” dediğine göre ciddi bir adım atacak olmalıydılar. Naçizane ve safiyane Dersim’e adını iade edeceklerini düşünmüş ve bunu yazmıştım da.

Bir de baktık ki “müjde” dediği, kendi dönemlerinde “Tunceli Üniversitesi” olarak açtıkları (2006) üniversitenin adının “Munzur Üniversitesi” olarak değiştirilmesi imiş!

***

Malum, yerleşim birimleri ile coğrafik yer adalarının değiştirilmesinin hayli eskiye dayanan bir evveliyatı var. Türkçülüğü keşfeden İttihatçılar, 1910 yılından itibaren Anadolu’daki özellikle Ermeni, Rum (yani “gayrımüslim”) yer adlarını Türkçe isimlerle değiştirmeye başlıyorlar. Kürtler Müslüman bir halk oldukları için Kürtçe isimlerin üzerinde durmuyorlar pek.

Kürtçe ve Zazaca isimler, esas olarak 1923’te ilan edilen cumhuriyeti bir “Türk ulus devleti” olarak kurgulayanlarda “alerjiye” neden oluyor ve yüzyıllardır taşınan isimleri değiştirmeye başlıyorlar. 

Dersim’in adının “Tunçeli” olarak değiştirilmesi ise 1935’te yeni bir kanun çıkartılarak oluyor ve aynı kanun kapsamında “koloni valisi yetkileriyle donatılan” 4. Umum Müfettişlik kuruluyor. Başına da Abdullah Alpdoğan oturtuluyor.

Dersim’in bir “tunç diyarı” olduğunu düşünecek kadar akli melekeleri dumura uğratılmış insanlarımız hâlâ var mıdır bilmiyorum ama ben yine de söylemiş olayım: “Tunç”, bilindiği üzere bakır ve kalay alaşımı sert bir metal. Kendi başına bir maden olmadığı gibi Dersim ile de hiçbir alakası yok. Dersim ile alakası, “Devletin tunç eli”nin Dersimlilerin memleketine isim olarak verilmesi. Tunceli, bir katliamın, bir kırımın, bir kanlı yok etme harekatının adı yani.

Bu, en hafif tabirle, onur kırıcı bir dayatmadır, hakarettir ve halen de devam etmektedir…

Mazlum bir halkı “ezmekle” övünen bir devlete ne denir peki?

25 Ağustos 2023

https://platform24.org/dersim-e-tunceli-demek/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...