Ana içeriğe atla

Coğrafya kader, yaşadığımız hayat

Sartre, “Belki daha iyi zamanlar vardır ama bizimki budur” demiş. Her ne yaşayacaksak, bu zamanda ve bu coğrafyada olacak. Hayat devam ediyor…

İbn-i Haldun’a atfedilen meşhur sözdür; coğrafya kaderdir… Çoğu zaman ve özellikle can sıkıcı, moral bozucu bir haber vesilesiyle hayıflanarak hatırlarız bunu. Hayıflanmak ne kelime, düpedüz kahrederiz bazen. Mayıs seçimlerinin sonucunda, “Gidiyorlar” havasına kapılmış birçok kişinin yaşadığı öfkeli hayal kırıklığını hatırlayın. Deprem bölgelerinde yaşayan yurttaşlara nasıl olmuşsa yardım etmiş bazılarının bu tavrından ötürü pişmanlığını dile getirmesine bile tanık olduk; “Bir daha bu halk için kılını kıpırdatanın, acıyanın…”

Eğri oturup doğru konuşalım; bu kafadaki yurttaşların önemli bir kesimi “coğrafya” derken aslında bir parçası olmaktan adeta utanç duydukları toplumu, halkı, onların dillerini, değerlerini, inançlarını kastediyorlar; dağı, taşı, havayı, suyu filan değil. Utanç duymalarının nedeni ise, kendilerini açık veya gizli hayran oldukları Batı âlemiyle birlikte dünyanın merkezine oturtup geri kalan herkesin cahil, sefil, ilkel, geri, gerici (vb.) olduğuna inanmaları. “Kadere bak abi ya, Fransa’da, Norveç’te doğmak varken…” türü dertlenmeler meyhane sofralarının en revaçta mevzusudur. (Birkaç sene önce kaleme aldığım “Norveç gibi olmak” başlıklı yazımı bırakayım buraya adı geçmişken, merak eden varsa.)

Kendini “solcu” olarak tanımlayanların bazılarında da bu tür psikolojik sarsıntılar olduğunu biliyoruz; “Halkımız için o kadar mücadele ettik ama halimiz bu!” Bizzat duymuşluğum var; “Bu kadar mücadeleyi başka bir ülkede verseydik 40 kere devrim yapmıştık ya!” Bu hayıflanmanın Kurdî versiyonu da var; “Bu kadar savaşı başka ülkede verseydik 40 tane Kürdistan kurmuştuk!” Tabii kendilerinde hata olacak değil, aynaya bakmaya gerek yok yani…

TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve beraberindeki 15-20 kişi Hatay’dan Ankara’ya doğru vekil seçildiği halde serbest bırakılmayan Can Atalay için “Özgürlük yürüyüşü” başlattı. Atalay’a ve tabii ki ona oy veren seçmenlerine reva görülen bu haksızlığa itiraz etmek elbette ki demokrasi, seçim, millet iradesi (vb.) laflarından haberdar olan herkesin paylaşması gereken bir sorumluluk; vurgulamadan geçemeyiz. Bu arada söz konusu partiye adını veren işçi sınıfı herhalde yürüyüşün belli bir merhalesinde olanca gücü ve ağırlığıyla yollara dökülmese, TİP’li arkadaşların da “E biz işçiler için daha ne yapalım yani!” diye isyan etme olasılığı var. Bir tür “sosyal sorumluluk” hissiyatıyla TİP bünyesinde burjuva yaşam alışkanlıklarından ödün vermeden çalışan “sosyalist” yoldaşlar haylidir söyleniyorlar zaten; duyuyorum…

İbn-i Haldun’un Mukaddime’de söylediği varsayılan “Coğrafya kaderdir” cümlesinin içerdiği düşünüş biçimi, kuşkusuz İbn-i Haldun’un bunda bir kabahati yok ama aslında burjuva ideolojisinin en etkili tezlerinden birini oluşturuyor. Marksist tarihsel determinizm görüşünü benimseyenlerle de tuhaf bir şekilde yolları kesişiyor. (Bu arada Mukaddime’yi okumadım, İbn-i Haldun gerçekten böyle bir laf etmiş midir, etmişse ne demek istemiştir bilmiyorum. Araştırmak gerek. Ama Marks’ın İbn-i Haldun’u tarihsel-toplumsal değişim kuramının “öncülerinden” saydığını ve Haldun’a hayranlığını biliyorum.)

“Coğrafya kaderdir” deyince, misal, Afrika’da yaşayan halkların çevresel şartlar nedeniyle geri kaldıklarını, tarım ve hayvancılık yapamadıklarını, sömürgeci diye kızdığınız emperyalist güçler “medeniyet” getirmese açlıktan, hastalıktan kırılacaklarını söylemiş oluyorsunuz. Marksizm’e göre ise, tarih, bir sınıf mücadelesi sürecidir ve sınıfların, devletin ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanır. Devletsiz halkların tarihi yoktur yani. Çünkü sınıflar yoktur, sömürü yoktur. Amazon ormanlarının derinliklerinde “ilkel” komünal bir yaşam süren kabilelerin veyahut Afrika içlerinde yaşayan halkların, maddi şartların ihtiyaç haline getirmesiyle üretim araçlarını geliştirmeleri mümkün değildir; siz bunu “medeniyet” diye de okuyabilirsiniz… Çevresel ve tarihsel determinizmin yolu bu şekilde kesişiyor.

Malum, Dersim 38 kırımı için “Oralara medeniyet geldi, fena mı oldu yani?” diyenler vardı, hâlâ da vardır muhtemelen. Öyle ya, kendi tanımlarına göre ülkenin en cahil, en vahşi, en geri toplumu sonradan en okumuş, en “çağdaş”, en “ilerici” bölgesi olmuştu.

Bu mevzuya uzun zaman önce, 90’lı yıllarda ve hapishanede takılmıştım. Ne de olsa Dersim de uzun yıllar boyunca fiilen “devletsiz”, “devlet tanımayan” bir coğrafyaydı. Dersim… Dersim… kitabımı kaleme alırken vardığım sonuçlardan bir parça bahsetmiştim:

“Bilinen sözdür; ‘devletsiz halkların tarihi olmaz’ denir… Buna göre ‘tarihi olmak’, ancak ‘devleti olmak’ ile mümkün olabiliyor. Egemen tarih anlayışının kalıplarıyla düşünüldüğünde, bu, böyle. Ne ki, ‘devlet’ olmadan önce de bir ‘tarihi’ vardı insanın. Ve ‘devletli’ olduğu tarih kesitinden itibaren ‘tarih yapmak’ adına yaptıklarına ve yaşadıklarına bu ‘tarih öncesi’ edimlerinin bir etkisi olmadığı düşünülebilir mi? Kaskatı bir Marksist bakış açısından bakıldığında, tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir; öncesi, insanın ‘ilkel’ dönemleri olarak yaşanmıştır. (…) Günümüzde, özellikle yaşadığımız coğrafyanın tarihine, uygarlık tarihine kazandırdığı zenginliklere ilişkin gün geçtikçe geliştiğini gözlemlemek mümkün olan ilgi, merak ve araştırmalar, ‘devletsiz halkların tarihi yoktur’ yaklaşımını hayli zorlayacak veriler bulunmasına yol açıyor. (…) Marks’ın, doğu toplumlarını yeterince incelemeden, buna zaman ve olanak bulamadan kendi öğretisini geliştirdiği bilinen bir durumdur. Örneğin antik Yunan uygarlığı kadar Sümerlerden, Hititlerden, Fars uygarlığından, İslam uygarlığından haberdar olsaydı, belki de fazla açımlayamadan kavramlaştırdığı ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ konusu, geliştirdiği teoriye yeni ufuklar kazandırırdı. Bunu artık Karl Marks’ın yapması mümkün değil; kuşkusuz Marksizm’i dogmatik bir bağlılıkla sürdürmek gayretinde olanların da…” (Dersim… Dersim… İst. 2010. Sf. 15)

Bir günlük yazıda kuramsal bir tartışma yürütmek okur için sıkıcı olabilir; farkındayım. Bu yüzden sözü “güncel” durumumuzla bağlayayım fazla da uzatıp abartmadan.

Coğrafyanın, iklim şartlarının tarihsel ve toplumsal gelişme dinamikleri üzerinde etkisi kuşkusuz vardır. Hatta insanların psikolojik, karakteristik şekillenmeleri üzerinde de. Ama bilerek ya da bilmeyerek bunu esas almak ciddi bir yanılgı. İster çevresel ister tarihsel determinizm (belirlenimcilik) veya çevre, coğrafya, iklim şartlarını önceleyen diğer görüşler, kanımca gerçeği doğru ve olduğu gibi anlamamıza imkan tanımayan ideolojik dogmalardır.

Gerçek olan şudur: Misal; Japonya adalardan oluşan bir deprem ülkesidir ama aynı zamanda bilimsel-teknolojik gelişmelere öncülük eden ülkelerdendir ve depremle birlikte yaşayacak bir düzen ve düzey oluşturmayı başarmıştır… Bir parçası olmaktan yana dertli olduğumuz Ortadoğu, Anadolu, Yukarı Mezopotamya, tarihteki ilk ve son derece önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bölgelerdir…

***

Sözün özü; coğrafyadan şikayet ederek farkında olmadan bir tür kadercilik yapmaktan vazgeçtiğimiz ve hayatı başka açılardan da görmeye, anlamaya, yaşamaya başladığımız oranda, demokratik manada değişim ve dönüşümün en önemli adımını atmış olacağız…

Jean Paul Sartre, “Belki daha iyi zamanlar vardır ama bizimki budur” demiş. İnsanlık hali, bazen hayata dair sorunlar, sıkıntılar, zorluklar sıkboğaz edince, Sartre’ın bu sözünü hatırlarım. “Keşke” hayıflanmasının bir anlamı yok çünkü. Bir anlamı olmadığı gibi, aksine insanın hedefleri, amaçları doğrultusunda çaba gösterme istek ve azmini, yapabilme enerjisini sönümlendirmekten başka bir sonucu da olmuyor.

O yüzden her ne yaşıyorsak ve yaşayacaksak, bu zamanda ve bu coğrafyada olacak.

Hayat devam ediyor ve gerçeğimiz, yaşadığımız zaman, coğrafya budur. Emeği, çabası, uğraşı ile hayatın ve yaşadığı zamanın sürüklenen figüranları değil, özneleri olalım. Umutlarımız olsun ve o umutları gereğince taşıyacak gücümüz, dermanımız…

6 Ekim 2023

https://platform24.org/cografya-kader-yasadigimiz-hayat/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...