Ana içeriğe atla

“Adalete dayanmayan kuvvet, zalimdir”

 Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da “yok hükmünde” sayılıyor ve yerel mahkemelerin AYM’yi “takmaması” olağan karşılanıyor. Yargı mensupları meslekten atılmak, soruşturmaya uğramak ve oradan oraya sürülmek baskısı altında tutuluyor

Herkesin bildiğini bir de ben söylemiş olayım: Türkiye’de yargı, hiçbir zaman bu denli siyasallaşmamış, adeta iktidarın beklenti ve siparişlerine, “hassasiyetlerine” göre hareket eden bir yapı haline gelmemiş, getirilmemişti…

Kobanê davasında açıklanan ağır ceza kararları bu gerçeği bir kez daha olanca ağırlığıyla gözler önüne serdi. Karar duruşması öncesi, “siyasette yumuşama var” varsayımından hareketle mahkemenin olumlu manada “sürpriz” yapacağını, hatta Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılacağını düşünenler vardı. 

Henüz ne denli siyasi atmosfere hakim olacağı belirsiz “yumuşama” Kürt sorununu kapsamıyor demek ki. Oysa yumuşama, normalleşme, kutuplaşmadan vazgeçme ve barış ya da barışçıl siyaset, en çok Kürt sorunu ile birlikte anlamlı…

Mümkündür ki AKP-MHP koalisyonu, CHP’ye yönelik “terörle işbirliği yapıyorlar” suçlaması bile yapılan “sert” tavrını esnetecek ve “hepimiz aynı gemideyiz” üslubunu öne çıkaracaklardır. 31 Mart seçimleri, insanları bunaltan ekonomik sorunların yanı sıra, “gerginlik” ve adeta beğenmediği herkesi “terör” ile suçlama siyasetinin artık insanları arzu ettikleri ölçüde etkilemediğini ortaya koydu. 

Kanımca insanların dikkatindeki “siyasi” sorunlardan biri de yargının durumu. Evet, yargı her zaman “sorunlu” bir alandı ama bu denli insanların gözüne sokarcasına iktidarın özellikle muhalif kesimleri sindirmekle görevli kıldığı bir yapı da değildi. 

Gezi ve Kobanê davaları bu durumun en bariz örnekleri…

Halk yargıya güvenmiyor

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 2023 yılında yayınladığı “Bir bakışta Hükümet 2023” raporunda, Türkiye yargıya güvende 38 üye ülke arasında 36’ncı sırada yer almıştı. 

Yine geçen yıl (Eylül 2023), Sosyal Demokrasi Vakfı’nın (SODEV) gerçekleştirdiği “yargı bağımsızlığı ve yargıya güven araştırması” da halkın büyük çoğunluğunun yargıya güvenmediğini ortaya koymuştu. (600 örneklendirme ve yüde 95 güven aralığına sahip ankete katılan yurttaşlar, “Türkiye’de yargı bağımsız mıdır?” sorusuna sadece yüzde 34 oranında olumlu cevap vermişlerdi.)

Geçen seneden bu yana bu iç karartıcı oranın değişmiş olabileceğini düşünmemiz için hiçbir sebep yok; ama insanlardaki yargıya güvenmeme halinin daha da derinleşmiş olması, bir “anket” araştırması yapmadan dahi gözle görülür bir gerçeklik…

Normal şartlarda (“normal” ne demekse artık, çoktandır unuttuk onu da) bu durum siyaset kurumu başta olmak üzere ülke gündeminin bir numaralı meselesi olurdu. 

İnsanların yargıya güvenmemesi, herhangi bir başka kuruma güvenmemesinden daha düşündürücüdür; çünkü doğrudan adalet ile, adaletin tecellisi ve temsil edilmesiyle ilgildir… 

“Güçlü” olmak, “adil” olmak…

Adalet, bir insan topluluğunu “toplum” yapan temel değerlerin başında gelir. Evrensel ve ahlaki manasında adalet kavramı etrafında asgari bir mutabakat oluşturamamış bir toplumda, sağlam, sağlıklı bir “birlik-beraberlikten”, onu sürekli kılacak bir ruh halinden söz edilemez. Nitekim siyasilerin çok sevdikleri ve korumak için her daim “alarmda” olmamızı istedikleri “birlik-beraberliğimiz” eşitlik ve adalet sorunlarıyla yaralıdır…

“Güven vermeyen”, siyasallaşmış yargı, biraz da Türk Tipi Başkanlık Rejimi nedeniyle bu haldedir. Bu enteresan Tek Adam yönetiminin bugüne kadar tecrübe ettiğimiz pratiği, sorunun daha da ağırlaşmasından başka bir sonuç üretmemiştir. 

Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) başkanlığını Adalet Bakanı yapıyor. Kurulun Adalet Bakanı ve ilgili bakan yardımcısıyla birlikte 13 üyesinden 4’ü doğrudan cumhurbaşkanı tarafından atanırken 7 üyeyi de parlamento (yani iktidar koalisyonu) seçiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına uyulmuyor. Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları da “yok hükmünde” sayılıyor ve yerel mahkemelerin AYM’yi “takmaması” olağan karşılanıyor. Yargı mensupları, meslekten atılmak, soruşturmaya uğramak, oradan oraya sürülmek baskısı altında tutuluyor…

Yargı iktidar koalisyonunun elinde bir “sopa” olarak kullanılırken, mahkemeler iktidar baskısı altında bağımsız ve vicdani kararlar vermek imkanını yitirmişken, halkın yargıya güveni kalmamışken, adalet kavramına “iktidara endeksli” bir anlam yüklenmişken, “işler tıkırında” gibi görünebilir ve kendinizi “çok güçlü” zannedebilirsiniz. 

Oysa “güçlü” olmak her zaman zor araçları üzerindeki hükmünüzle ölçülen bir şey değildir. 

Blaise Pascal’ın ünlü sözüdür; “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.” 

Adil olanın gücü daimidir; zalim olanın gücü ise koltuğuna yazgıldır…

24 Mayıs 2024 

https://platform24.org/adalete-dayanmayan-kuvvet-zalimdir/ 




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...