Ana içeriğe atla

"Onlar gazeteci değil ki"

Asıl sorun, genel olarak medyanın özel olarak da Kürt gazeteciliğinin devletin ağır baskısı altında “biat” etmeye zorlanmasıdır.

Türkiye’de medyanın evrensel bağlamda gazetecilik etiği ve normlarının neresinde olduğunun sınandığı en doğrudan konulardan biri, Kürt sorunudur ve bu, “oldum olası” böyledir. Kürt sorunu ve bağlantılı sorunlarla ilgili iktidar sözcülerinin açıklamalarını “haber” diye vermek ile gerçeğe sadık kalarak işini yapmak, hiç kuşkusuz ki bir ve aynı şeyler değil…

Kürt basınının evveliyatı hayli eski olmakla beraber, özellikle Türkiye Kürtleri açısından rahatlıkla “Kürt basını” (giderek medyası) diyebileceğimiz bir gelişmenin gerçekleşmesi, Kürt sorununun “Türkiye’nin en önemli sorunu” haline gelmesiyle doğrudan bağlantılı ve bu da kuşkusuz, gayet doğal.

Neden “doğal”, öncelikle bununla ilgili belirtilmesi gereken hususlar var.

Öncelikle Türk medyası, adı üzerinde hep “Türk medyası” idi ve halen de öyledir. Ülkenin etnik, dini, kültürel çeşitliliğini yansıtan, kapsayan bir anlayışla yayın yapmak şöyle dursun, aksine, egemen devlet ideolojisinin sözcülüğünü, borazanlığını, “askerliğini” yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Gazetecilik şiarları, “Türkiye Türklerindir.” (Kuşkusuz sözüm “anaakım” medyaya dairdir; epeydir inandırıcılığını yitirmiş olmaları bakımından “anaakım” olma özelliklerini çoktan yitirmiş olduklarını da unutmadan…)

Dolayısıyla yıllarca Kürt sorununa “Kürt sorunu” bile diyemeyen bu medya, üzerinde durduğumuz örnek bakımından Kürtlerin herhangi bir derdi, davası ile ilgili olmamış, buna gerek duymamıştır.

Buna karşın kafası İsveç’te, Norveç’te filan yaşıyormuşuz gibi, “Ne demek Kürt basını, Kürt gazeteci yani? Basın basındır, gazeteci de gazeteci!” şeklinde çalışan kimisi, hadi “cahil” demeyeyim, iyi niyetli, kimisi ise düpedüz Türkçü, “devletimiz” gazetecileri vardı bir ara ve hâlâ daha.

“Türk medyası” olur, “Türk gazeteci” olur, hatta “mehmetçik gazeteci” de olur, ama “Kürt gazeteci”, “Kürt basını” olunca “bölücülük” olur, “terör propagandası” olur; yani olmaz…

Ama hayat işte; koşulları oluşan ihtiyaçlar mutlaka kendini gerçekleştirirler. Nitekim 80’li yılların sonundan itibaren Türkiye’de aylık dergi, haftalık ve günlük gazete, yayınevleri, giderek uydudan yayın tapan TV ve Youtube kanalları ile bir “Kürt medyası” ve bu medya organlarında işlerini yapmak çabasındaki gazeteciler vardır.

90’lı yıllar boyunca kapatıldıkça yenisi açılan Kürt gazetelerinin muhabirleri, dağıtımcıları kaçırıldı, işkence edildi, “kaybedildi”, katledildi. Resmen doğrulanmamış verilere göre “faili meçhul” cinayetlerin günlük olaylar haline getirildiği, devletin “rutin dışına” çıktığı 90’lı yıllarda 40’tan fazla gazeteci öldürüldü. Sadece 1992 yılında öldürülen 14 gazetecinin 13’ü “bölgede” çalışan Kürt gazetecilerdi. (Bunlardan biri Musa Anter’di; 20 Eylül 1992 günü Diyarbakır’da JİTEM’ciler tarafından kaçırılarak öldürüldü.) 3 Aralık 1994 günü Özgür Gündem gazetesinin İstanbul ve Ankara’daki büroları “eş zamanlı” olarak bombalandı, gazete emekçilerinden Ersin Yıldız hayatını kaybetti, onlarca kişi de yaralandı.

Kürt gazete ve gazetecilerine yönelik saldırılarla ilgili aslında “belli” olan failler hiçbir zaman yargı önüne çıkarılmadı, hesap sorulmadı.

O günden bugüne ne değişti?

Denilebilir ki artık gazeteler bombalanmıyor, gazeteciler kaçırılıp işkence edilerek öldürülmüyor… Ne var ki savcı, mahkeme, emniyeti de kapsayacak şekilde ne devletin ve ne de egemen medyanın yaklaşımı açısından değişen bir şey var. İktidar temsilcilerinin on yıllardır değişmeyen klişe açıklaması, meseleyi ve vahametini özetlemeye yetiyor herhalde: “Onlar gazeteci değil ki.” 

Misal, halen “içeride” olan Mezopotamya Ajansı editörlerinden Abdurrahman Gök, Sedat Yılmaz, Dicle Fırat Gazeteciler Derneği Eşbaşkanı Dicle Müftüoğlu için de söylenen budur; “Onlar gazeteci değil ki!” Oysa “terör” ile suçlanmalarına neden olan “deliller” sadece yaptıkları haberler. Geçtiğimiz sene, 8 Haziran 2022’de Diyarbakır’da günün erken saatlerinde evleri basılarak gözaltına alınan gazetecilere de bu sorulmuştu; “Neden bu haberleri yapıyorsun?” Demek oluyor ki aslında ortada gazetecilik faaliyetinden başka bir “sorun” yok. Sorun, yaptıkları haberlerin “farklı” oluşu…

Kürt gazeteciler gözaltına alınıp, yaptıkları haberler “delil” gösterilerek “terör propagandası”, “terör örgütü üyesi” iddialarıyla tutuklanırken, yayın organları kapatılırken “ana akım” veya egemen medya, genellikle mahkemelerden önce mahkumiyet kararları ilan eden yayınlar yapıyor. Gazetecilik etiği açısından utanç verici bir anlayış ve pratik söz konusu. Tabii utanmak için öncelikle utanma duygunuzun olması lazım…

***

9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalanıp bombacılar bu kez halk tarafından yakalandığında, sonradan kapatılan Ülkede Özgür Gündem gazetesinde çalışıyordum. Bölgede çok sayıda cinayet, bombalama, kurşunlama eylemi gerçekleştiren bu JİTEM ekibinin “faaliyetlerini” içeren bir ajanda elimizdeydi. İlk defa deyim yerindeyse kuş taşa çarpmıştı ve biz de gazetecilik, habercilik açısından ciddi bir sorumluluk altındaydık. Çünkü olanlar, tahmin edileceği üzere, başkaca hiçbir medya kuruluşunun umurunda değildi.

Biz olayla ilgili normalde savcıların hemen harekete geçmesi gereken yayınlar yapıyorduk. Savcılar ve güvenlik güçleri harekete geçtiler çok geçmeden. Ama yayınlarımızı durdurmak, elimizdeki bilgi ve belgelere el koymak için… Bu amaçla gazeteyi ve gazete bürolarımızı bastılar. (Neticede o JİTEM ekibi kısa süre sonra tahliye edildi, yargılandıkları davadan beraat ettiler. Şemdinli davası öylece ortada “faili meçhul” kaldı. Kitabevi sahibi arkadaşım Seferi Yılmaz ve avukatlarının çabalarına rağmen…)

***

2021 Newroz’unda Diyarbakır’da polis kurşunlarıyla hayatını kaybeden 23 yaşındaki Kemal Kurkut için Türk medyasının duyurduğu “haber”, bir “canlı bombanın” etkisiz hale getirildiği şeklindeydi. Çünkü Emniyet’ten yapılan açıklama buydu. Gerçeği, gazeteci Abdurrahman Gök’ün çektiği o fotoğraf açığa çıkardı. Bunun “bedelini” de hapse atılarak ödüyor…

***

Gazeteci Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, son dönemin en düşündürücü örneklerinden biri oldu. PKK lideri Abdullah Öcalan’dan “terörist başı, bölücü başı” şeklinde değil de “siyasi mahpus” şeklinde bahsedince, yarı şaka yarı ciddi “zeki” olduğunu söyleyince ve hukukta karşılığı olmayan tecrit uygulamasını eleştirince, kendisini “terör propagandası” yapmak suçlamasıyla Silivri’de buldu. “Hadi Kürt olsan neyse de, sana ne oluyor!” dercesine. Devletin diliyle konuşmayıp yazmazsan, Merdan Yanardağ da olsan, televizyon ekranın karartılır, sen de “içeri” atılırsın…

*** 

Kürt basını açısından da kuşkusuz sorunlar olduğu söylenebilir. Ama asıl sorun kuşkusuz ki genel olarak medyanın özel olarak da Kürt gazeteciliğinin devletin ağır baskısı altında “biat” etmeye zorlanmasıdır. Eğer insaf ve izanınızı yitirmemişseniz…

Gazetecilik gerçeğin ve hakikatin sözcülüğüne dair bir iştir. Bu gerçekle kavgalı olanlara inat, gazeteciliği tanınmaz hale getirmek isteyenlere karşı duranlar hep vardı ve hep de var olacaktır.

11 Ağustos 2023

https://platform24.org/onlar-gazeteci-degil-ki/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...