Ana içeriğe atla

Maraş...

 Herhalde artık kimsenin kuşkusu kalmamıştır: Maraş katliamı, 12 Eylül darbesinin şartlarını “olgunlaştırmak” amacıyla gerçekleştirilen bir kanlı operasyondur

“Dayanabileceğimizi sandığımızdan çok daha fazlasına dayanıyoruz.”  –Frida Kahlo

Neredeyse her günümüz bir acı ve “derin” olayın, katliamın yıldönümü. Başka ülkelerin de tarihlerinde “acı” olaylar vardır kuşkusuz. Ama bizdeki kadar “sıcak” mıdır, sanmıyorum. Bizde acısı “sıcak”; çünkü ne devlet ne de toplum bu olaylarla yüzleşmeye açık. Yüzleşmeyince, yara kanamaya devam ediyor. “Geçmişte kalmış bir olay” olmuyor, olamıyor. Dersim kitabımın alt başlığı idi bu: Yüzleşmedikçe Hiçbir Şey Geçmiş Olmuyor…

Hafızası ağrısı, sızısı geçmek bilmeyen “acı” olaylarla canlı insanların ülkesi Türkiye. 

İşte; “Milli Mücadele” dönemine katkıları nedeniyle devlet tarafından “kahraman” olmakla taltif edilmiş Maraş deyince aklımıza hala “katliam” geliyor. 19-26 Aralık 1978 günleri arasında devletin gözetimi altında gerçekleşen katliam yani…

Devletin “gözetimi” altında gerçekleşen bir katliam söz konusu deyince celallenmeye hazır “Devletimize laf mı ediyorsun sen?” uyduruklarını kızdırmak pahasına vurgulayarak söylemek gerekir: Maraş katliamı, devletin tertiplediği bir katliamdır. Tıpkı Mayıs-Temmuz 1980 tarihleri arasında Çorum’da gerçekleştirilen katliam gibi…

“Devlet” deyince, devletin göz önündeki sözüm ona başbakanlarını, bakanlarını, ilgili bürokratlarını kastetmiyorum elbette; onların görevi, ihtiyaç halinde “derin” denilen görünmeyen devletin kirli, kanlı icraatlarını örtbas etmek. Tabii ki bu, daha az “sorumlu” oldukları anlamına gelmez. 

Herhalde artık kimsenin kuşkusu kalmamıştır: Maraş katliamı, 12 Eylül darbesinin şartlarını “olgunlaştırmak” amacıyla gerçekleştirilen bir kanlı operasyondur. Gayet açık seçik ve ama görmezden gelinen, yargı konusu olmaktan uzak tutulan “delilleri” de var bunun.

Aralık ayı başlarında Maraş mahallelerinde, sokaklarında çok sayıda Milli Piyango satıcısı peydahlandı. Bunlar “yabancı” idiler; yani kent ahalisinden değillerdi. Maraş katliamı mahkemesinin gerekçeli kararında, “Bunların bilet satmaktan ziyade başka şeylerle meşgul oldukları, herkes tarafından biliniyordu” deniyor. Bu piyango bileti satıcısı görünümündeki kişilerin ayaklarında bağsız lastik ayakkabılar vardı ve mahkeme heyetinin görüşüne göre, “Birbirini tanımaları bakımından, bu ayakkabıların şifre olarak kullanıldıkları kuvvetle muhtemel” idi. 

Kimlerdi bu kişiler?

Bilinen, ayan beyan bir başka “delil” ise aynı günlerde Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, yeniden numaralandırılması idi. Soranlara, “Postacılar adresi kolay bulsun diye yapılan bir çalışma” diye cevap vermişlerdi. Oysa bu bir “fişleme” ve “hedef gösterme” çalışmasıydı. Günler sonra anlaşıldı. Bu tür bir “fişleme” ve “hedef belirleme” çalışmasının istihbari bir bilgiye dayanması gerekir. 

Bu istihbarat kudreti devletin istihbarat örgütünden başka kimde olabilirdi?

Tam da bu noktada, “derin devlet” deyince kendi sorumluluğunu, suçunu, günahını bu kisvenin arkasına gizlemeye çalışmanın yaygın bir yaklaşım haline geldiğini de belirtmek durumundayım.

“Kızılbaşın pis kanını evimde akıtmayın”

Yıllar önce Maraş’ta konuyla ilgili bir panele konuşmacı olarak davet edilmiştim. Paneli düzenleyen kurumlardan birinin temsilcisi, kendince münasip bir dille, “Siz bilirsiniz tabii ama panelde ‘katliam’ filan demesek… Maraşlılar 1978 olaylarıyla anılmaktan hiç hoşlanmıyorlar” demişti. Tıpkı bazı Sivaslıların da memleketlerinin Madımak katliamı ile hatırlanmasından hoşlanmadıkları gibi…

Bu lafları uçakta etmiş olmasalar panele katılmaktan vazgeçerdim, ama uçaktaydım ve “Durdurun uçağı” diyemezdim. 

(Tabii ki konuşmama “sansür” uygulamadım, bir “olay” da çıkmadı. Detayları var, başka zaman anlatırım.)

“Derin devlet yaptı” evet ama kimleri, kimlerin ilkelliklerini kullandı, istismar etti, kimleri sahnelediği kanlı senaryoda kendine “figüran” yaptı? 

Her yeri geldiğinde yüzleşme sorunlarımızın toplumsal boyutları bulunduğuna dikkat çekmeye çalışıyorum yıllardır. Hak veren oluyor, yüzleşmek yerine uzak durmayı tercih edenler oluyor, sanki yalan yanlış bir şey söylüyormuşum gibi karşı “saldırıya” geçen oluyor; “Sen zaten…”

Devletin sorumluluğunu yargılamaktan uzak dursa da Maraş katliamı mahkemesi belgeleri ve özellikle iddianamesi bu yönüyle de ibret verici, düşündürücü veriler içeriyor. O iddianamede, mesela, saldırganların önüne geçip Alevi komşularının evlerini gösteren kadınlar var… Saldırganların Alevilerin evlerini yakması için bidonlarla gaz taşıyan o güne değin gayet “normal” ve “sıradan” insanlar var… “Düşman başına” demenin bile hafif kalacağı “canavarca hislerle” silahsız savunmasız insanları, kadın çocuk ayırt etmeden keserek, biçerek, boğarak, yakarak öldüren insan suretinde kimseler var…

Bunlardan biri, Bekir Topal isimli bir kişi ve Alevi kiracısını saldırganlara gösterdikten sonra onları uyarıyor, “Kızılbaşın pis kanını evimde akıtmayın, dışarıda akıtalım!” 80 yaşında bir gözü görmeyen kadının gören gözünü de tornavidayla oyarak öldürüyorlar… 

Kusura bakmayın, öyle insan olanın kanını donduracak anlatımlar var ki, yazarken ellerim titriyor, o yüzden de yazmayacağım. 

Şu kadarını söyleyeyim: Bu hunharca cinayetleri işleyenler “eğitimli derin devlet katilleri” değil düne kadar öldürdükleri insanlara komşuluk eden “sıradan” insanlar…

Bu gerçekle yüzleşmekten kaçarak “normal” olabilir miyiz? 

Maraş’ta başımıza geleni unutabilir miyiz?

Cuma namazından çıkan insanları Türk bayrağı açıp İstiklal Marşı okuyarak gaza getirenler, tekbir getirenler kimlerdi? 

Ya o kişilerin peşinden “Alevi Kızılbaş öldüren cennete gider” diye huşuyla kendinden geçenler? 

Sırtımızda, alnımızda “Alevidir!” işaretleri taşıyarak yaşıyoruz bizim de vatanımız olan bu ülkede. 

O işaretleri taşımaya devam ederiz de, komşusunu vahşice öldürdüğü “geçmişin” kamburu altında insanlığı can çekişenlere kahrediyoruz… 

20 Aralık 2024

https://platform24.org/maras/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...