Ana içeriğe atla

Mevzubahis “kardeşlik” ise…

 “Hepimiz kardeşiz” denildiği zaman, kardeşlik söylemine muhatap olan halk, “kardeşlik hukukunun” gerekli kıldığı hiçbir hakka neden sahip olmadığı ve “üvey kardeşin bile hakları vardır, hangi devirde yaşıyoruz?” hissine kapılıyorsa, o sözün ifade ettiği anlamın bir değeri kalır mı?

“Süreç” değil diyorlar, “çözüm süreci” hiç değil, “açılım” da değil; “Peki ne?” diye sormaya kalmadan, “terörsüz Türkiye” gibi tuhaf bir tariften bahsediyorlar, bir de “kardeşlik” diyorlar. 

Misal Devlet Bahçeli bu adı konulamayan “süreç” için DEM Parti heyetinin İmralı’daki ilk görüşmesinin ardından, “Bu görüşmenin genel hatlarıyla medyaya yansıyan bazı bölümleri demokrasiyi, Türk-Kürt kardeşliğine bağlanan umutları nispeten takviye etmekle kalmamış hayırlı bir başlangıcın ivmesi olmuştur” demişti (31 Aralık 2024). 

Ahmet Türk takviyeli DEM Parti heyetiyle yaptığı görüşmenin ardından bildik Bahçeli belagatiyle yaptığı açıklamada da “kardeşlik” vurgusu ön plandaydı: “…Türk ile Kürt’ün arasına girmek, fitneye koçbaşılık yapmak, bozgunculuk ve bölücülük dayatmasıyla bin yıllık kardeşliği baltalamaya çalışmak boşuna bir hevestir. (…) Komşu coğrafyalar kaynayıp karışmışken; dahası ülkeler deprem geçirirken Türkiye’nin milli birlik ve kardeşlik hissiyatını çok güçlü şekilde sahiplenmesi hayranlık uyandıran bir hususiyettir. Büyük çapta Türk-Kürt kardeşliğiyle inşa ve ihya edilen Türk milleti kimliği yeni yüzyılın demokratik itibarı, haysiyet ve hürriyet timsali olmayı hak etmektedir.” (2 Ocak 2025) 

Bahçeli 7 Ocak 2025 günü partisinin grup toplantısında da konuyla ilgili “Terör bitecek kardeşlik bilenecek” sözlerine yer vermişti. 

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili yaptığı açıklamalarda daha çok “devletin kadife eldiven içinde demir yumruğu var, ona göre!” türü vurgular öne çıksa da onun da öteden beri “bir ve bütünüz, hepimiz kardeşiz” şeklinde sözleri olduğunu biliyoruz. Konuyla ilgili tartışmalara getirdiği “devlet” odaklı açılımlarla dikkat çeken Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un tartışma kabul etmez bir kesinlik içeren üslubuyla, “Devlet Kürtlerin de devletidir ve Kürtler devlete sımsıkı sarılmakla yükümlüdürler” dediğini de eklemek lazım tabii.

Dolayısıyla ortada bir “kardeşlik projesi” olduğu kanaati hasıl oldu bende. Hep “Bin yıldır kardeşiz” denir oysa. Ama işte demek oluyor ki kardeşler arasında sorunlar, sıkıntılar vardı ve “devlet baba” biraz ültimatomvari biraz tehditvari bir üslupla “Kardeş olunacak! Ol!” diye bir tavır ortaya koymak durumunda kaldı. Kardeş olunacak. Devlete sımsıkı sarılınacak. Müzakere, tartışma, pazarlık filan yok. Çözüm, barış, açılım gibi laflar da edilmeyecek… Yoksa devlet en iyi bildiği şeyi yapar; anladınız siz onu…

“Kardeşlik” kulağa hoş geliyor doğrusu. Neticede aynı coğrafyayı vatan belleyen halklardır söz konusu olan. Ne var ki “Bir ve bütünüz, kardeşiz, kıskananlar, aramıza nifak sokmaya çalışanlar çatlasın” demekle “kardeş” olunmuyor. Bunun gerekleri var. Kardeşler eşit olur. Aynı ailenin ferdidirler. Birbirlerine karşı hakları, sorumlulukları vardır. Aralarında sorunlar çıkarsa, çözüm yöntemleri tercihan aile meclisinde meseleyi diyalog ve istişare yoluyla halletmektir, vs. 

Kürt sorunu ile bu “kardeşlik hukukunu” kim, nasıl bağdaştırabiliyor, anlatsa da öğrensek…

*** 

Aslına bakarsanız, bu “kardeşlik” söylemi yeni bir “buluş” değil. Öncesi bir yana 100 yaşını geride bırakan cumhuriyetin kuruluş sürecinde de “kardeşlik” deniyordu. 

Madem ortalıkta elinde çubukla, çubuk yoksa paspas sapıyla “tarihçi” ve “uzman” edalarında dolanan şahıslar da dahil kimselerin ilgi alanına girmiyor bu kardeşlik mevzuu, iş başa düşüyor, yapacak bir şey yok. Tarihe not düşelim de gelecek kuşaklar demesin bu “kardeşlik” söylemini neden kimse sormamış, sorgulamamış…

Önce “kardeşlik” vardı…

“Milli Mücadele” yıllarında bir Kürt sorunumuz ve dolayısıyla devletin “inkâr ve asimilasyon” politikası yoktu. İttihat ve Terakki’cilerin geliştirmeye çalıştıkları etkili olmaktan uzak kalmış bir “Türkçülük” ideolojisi vardı elbette. Ama bu anlayış henüz sistemli bir politika olarak asimilasyon kastıyla diğer halklara dayatılıyor değildi. Bunun için Türkçülüğün “devletleşmesi” gerekiyordu… 

O zaman, günümüzdeki bağlamında bir Kürt sorunumuz olması veya genel olarak inkârcılık olması şöyle dursun, Kürtlere özerklik temelinde haklarının verilmesinden bahsediliyordu. Bunu Erzurum Kongresi (23 Temmuz–7 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4-12 Eylül 1919), 18 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolleri ve 23 Nisan 1920’de kuruluşu ilan edilen mecliste açıklıkla görebiliyoruz…

Malum; 1.Dünya Savaşı’nın ardından emperyalist işgal ile çökmekte olan Osmanlı topraklarını yeniden biçimlendirirken Kürtlerin durumu, İngiltere başta olmak üzere savaşın galibi ülkelerin gündemlerinde olan konulardan biriydi.

Sevr Antlaşması ile Kürtlerin de Osmanlı bünyesinde “özerk” bir devlet kurabilmelerine olanak tanınmıştı (1918). Fakat Kürtlerin dağınık, örgütsüz ve siyasi bir iradeden yoksun oluşu, “hukuken” ortaya çıkan bu hakkın kullanılabilmesini mümkün kılmadı. “Kürt Teali Cemiyeti” gibi daha çok İstanbul’daki milliyetçi Kürt aydınlarının bir araya gelerek oluşturdukları grupların gayretleri de yeterli değildi. Çünkü bunların dağınık ve genellikle birbirleriyle kavgalı durumdaki aşiretler üzerinde etkileri son derece sınırlıydı. Kürtlerin aşiret düzeni ve “dağlı” bir halk olarak, o dönemde bir “ulus devlet” kurabilmeleri, kimi Kürt milliyetçilerinin görüşlerinin aksine, zaten mümkün de değildi. Belki İngiltere himayesinde bir “manda” kurulabilirdi ama bunun mümkün olabilmesi bile meşruiyeti bakımından toplumsal bir dayanak gerektirirdi ve o da yoktu. 

Kürtlerin bu tür bir niyet ve çabaya tevessül etmemelerindeki en büyük etken ise, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele kurmaylarının Kürt aşiretlerinin desteğini sağlarken onlara verdiği “kardeşlik” temelindeki sözler idi… Sadece “söz” de değil, o dönemde Kürtlerin ve Türklerin kardeşliğine vurgu yapan, Kürtlerin haklarını tanımak ve bu haklara saygı göstermekten bahseden çok sayıda karar alınmış, tamimler yayımlamıştır…

Erzurum ve Sivas kongresi

Erzurum Kongresi’nin sonuç bildirisinin birinci maddesinde, Türklerin ve Kürtlerin “saadette ve felakette ortak” oldukları ve “gelecek hakkındaki hedeflerinin aynı” olduğu tespiti yapılmış, “birbirlerinin ırki durumlarına ve sosyal durumlarına saygılı olup öz kardeştirler,” ifadelerine yer verilmiştir. Bildirinin 6. maddesinde de Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde oturanların haklarından söz edilmiş, Kürtlerin “tarihî, ırki, dinî haklarına saygı gösterilmesi gerektiği” vurgulanmıştır. Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi’nin 1. maddesinde de Kürtler için “Sosyal ve siyasal farkları ile bölgesel kurallarına saygılı öz kardeştirler,” ifadesi kullanılmıştır. 

Kürtlerin Türklerle kardeş olmaktan yana tutum almaları, ayrı bir Kürt devleti veya “manda” olasılığını tümüyle ortadan kaldırmıştır. Bunda etkili olan, besbelli ki söz konusu “kardeşlik” vurgusuna Kürtlerin gösterdiği sempati ve inançtır. Nitekim Anadolu’da Milli Mücadele’ye en yoğun halk desteği Kürdistan’da söz konusu olmuştur…

Amasya protokolleri

Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin ardından, Mustafa Kemal ve onun liderliğinde oluşan heyet 18 Ekim 1919 günü Amasya’ya giderek, İstanbul Hükümetini temsil eden bir heyetle yürütülen görüşmeler sonucunda ayrı ayrı altı protokolden oluşan Amasya Protokollerini imzaladılar. Bu protokoller 1921 Anayasası’nın da esasını oluşturmuştur.

20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde “vatan,” “Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar” olarak tanımlandı. Kürtlerin “etnik ve sosyal haklar bakımından destekleneceği” vurgulandı. 

22 Ekim 1919 tarihli ikinci protokolün 1. maddesinde, “Osmanlı Devleti’nin (1921 anayasasıyla bu kavram Türkiye Devleti olacaktı) düşünülen ve kabul edilen sınırının, Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi içine aldığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan (1921 anayasasıyla bu kavram da Türkiye Halkı olacaktı) ayrılmasının imkânsızlığı” belirtildi. Sonra da “Kürtlerin serbest (özgürce) gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları desteklenip, yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığı adı altında yapılmakta olan yayınların önüne geçmek için de bu noktanın şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü,” denildi. 

Meclis konuşmaları

23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisinde Mustafa Kemal, “kardeşlik” duyarlılığına öncelikli bir önem vermiştir: Meclis açılış konuşmasında, Misak-ı Milli için “kardeş milletlerin milli sınırı” ifadesini kullandı. “Bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır,” dedi. Mustafa Kemal bu görüşlerini, meclis kürsüsünden 1 Mayıs 1920, 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921 ve 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmalarda da ifade etmeyi sürdürdü.

Siyasi tarihimizde “1. Meclis” olarak adlandırılan BMM’nin (sonradan TBMM oldu) “çeşitli” ve “çoğulcu” yapısı, Mustafa Kemal tarafından 1 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında şu sözlerle ifade edilmişti: “Yüce meclisimizi oluşturan şahsiyetler yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinin bileşkesi anasır-ı İslam’dır. Elde etmeye çalıştığımız birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin karışımı İslam unsurudur.”

El Cezire komutanına talimat

Mustafa Kemal’in 27 Haziran 1920’de El Cezire Bölge Komutanı Nihat Paşa’ya gönderdiği bilinen talimat da yeni oluşumun Kürt politikası konusunda önemli tarihi belgelerden biridir. Kürdistan için “özerklik” öngörüldüğünü açık bir dille ifade eden 5 maddelik talimatın birinci maddesinde şöyle deniyordu: “1.Yavaş yavaş bütün ülkede, halk kitlesinin geniş ölçüde ve doğrudan doğruya ilgili ve etkili olduğu yerel yönetimlerin oluşturulması, iç politikamız gereğidir. Kürtlerin yerleşik olduğu bölgede ise hem iç politikamız ve hem de dış politikamız gereğince yavaş yavaş yöresel bir yönetim kurulmasını gerekli görüyoruz.”

(Başka açık, somut ve “kardeşlik hukuku” gereği olarak özerklik, otonomi, etnik haklarına saygı sözleri verilen örnekler de var ama okurun ilgisi dağılmasın diye haftaya devam etmek üzere burada duruyorum.)

*** 

“Kardeşlik” denildiği zaman, bunun gerekleri ve sorumlulukları olduğunu bilmiyormuş gibi davranmak, bu söylemin etki ve inandırıcılığını en hafif tabirle “tartışmalı” hale getirmez mi?

“Hepimiz kardeşiz” denildiği zaman, kardeşlik söylemine muhatap olan halk, “kardeşlik hukukunun” gerekli kıldığı hiçbir hakka neden sahip olmadığı ve “üvey kardeşin bile hakları vardır, hangi devirde yaşıyoruz?” hissine kapılıyorsa, o sözün ifade ettiği anlamın bir değeri kalır mı?

Öncesi bir yana yüz yıldır “kardeşiz”, “etle tırnak gibiyiz” denilmesine karşın hala “hepimiz kardeşiz” diyerek sorun öteleniyorsa acaba sorun “kardeş” olmaktan önce bir “eşit olmak” sorunu olmasın? 

Barış çaba ve iddiamızı, “Hepimiz eşitiz, eşit haklara sahip yurttaşlarız” prensibini realize etmek hedefiyle temellendirmek daha doğru, etik ve gerçekçi olan değil midir?

“Barış mı? O da ne?” demiyorsak eğer…

— Unutmuyoruz: 2007’den bu yana her 19 Ocak’ta olduğu gibi, aynı yerde, aynı saatte… Adaletin, hakikatin zamanaşımı olmaz diyerek…

17 Ocak 2025

https://platform24.org/mevzubahis-kardeslik-ise/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...