Ana içeriğe atla

Aslolan yoldur, yürümektir

 Deyin ki dağların hafızasına kazılı tarihin öğrettikleri ne unutulabilir ne de karartılabilir; acıyla, çileyle, özveri ve emek destanlarıyla, kanla yazılmıştır

Aslolan yoldur, yürümektir. Hayalleriniz olacak, umutlarınız, çabanız, mücadeleniz; ve elbet hayal kırıklıklarınız, düştüğünüz, kaldığınız, yeniden kalktığınız, bazen mecalinizin kalmadığı hissine kapılsanız da, yürümeye devam ettiğiniz…

Aslolan yoldur, yürümektir. Marx’ın dediğince yaşadığımız hayatı insanî kılmak ise meselemiz, yılmak, yorulmak bilmeyen bir yürüyüş olmalıdır bu.

Aslolan yoldur. İnsan, bir “gelecek” tasavvuru olandır. Her şey daha iyi, güzel, güvenli ve özgür olsun diye tarif ettiği bir gelecek…

Bir gelecek tasavvuru olmayan, hayatı sürüklenerek yaşayandır; ilkeleri, değerleri, dolayısıyla bir çabası, mücadelesi yoktur. Herhangi bir canlının “fıtratındaki” güdü ve reflekslerden ibarettir varlığı.

Aslolan yoldur, yürümektir. Umutları, hayalleri, düşleri olmak, bir gelecek duygu ve duyarlılığına, sorumluluğuna sahip olmak sorunudur. “Günü yaşamak” adına gelecek duygu ve duyarlılığını karartan, muğlaklaştıran bir dünya ile kuşatılmışız; bu kuşatmanın özünde, daha iyi, güzel ve özgür olanı arayan insandan yana duyulan korku vardır. Oysa çokça dillendirilen günü ve ânı yaşamak, değerleri olmakla anlam ve kıymet kazanır, hissederek. Kalbi kararmış, duyguları körelmiş, hayatın manasını düşünmekten dahi aciz, beyni dumura uğramış olanın “günü yaşamaktan” anladığı ne olabilir ki?

Aslolan yoldur, yürümektir. Umutları, hayalleri, düşleri ve bir gelecek tasavvurunun sahibi olmak, sağlam ve ilkeli bir felsefi duruş gereksinir. Slogansı laflar edip de lafının adamı olmayan ilkesiz, omurgasız, çürük ve çürümüş kişilikler herhangi bir mantıksal tutarlılığı olmayan laf kalabalığının ardına saklanmaya çalışırlar; kalpsiz, vicdansız, sürüklenerek yaşamaya koşullu basit ve ucuz…

***

Karl Marx Kapital’de, örümceğin işini dokumacıya benzer şekilde gördüğünü, arının peteğinin de pek çok mimarı utandıracak bir emek ürünü olduğunu yazar. Ancak en kötü, beceriksiz mimarı bile en iyi arıdan “farklı” kılan şeyin, mimarın, yapıyı inşa etmeye başlamadan önce onu tasarlaması, hayalinde kurması olduğunu söyler…

Hayat işte, olur bazen; her “yenilgi” duygusu çöreklendiğinde içime, Kostas Mourselas’ın Kızıla Boyalı Saçlar’daki şu sözlerini anımsarım:

“Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun…”

Hep aklımızda olması gerekendir bu: “Hayal ettiklerini, düşündüklerini, umutlarını ve bu uğurdaki mücadeleni, yürüyüşünü, yürüdüğün yolları neden küçümsüyorsun?”

Mümkündür ki hiçbir şey “yolunda” gitmemiştir; olabilir. Mesele, uğruna yaşadığın ve yürüdüğündür. Değil midir ki ateşten dönemeçlerinde yaşamının, kayıp günlüklerinin birinin ilk sayfasında yazılıydı Che’nin o sözü; “Yenilirsek, ölürüz. Ne çıkar.” Geride doğru yaşanmış bir hikâyen varsa, ölüm, yaşıyor olmanın kaçınılmaz finalidir; gün be gün inşa ettiğin… Hayatını destan destan yaşayanlara selam olsun.

***

Bu yazının özü ve özeti de bir destan olsun.

Dünyanın en eski edebi eserlerinden kabul edilen Gılgamış destanını bilirsiniz. Efsaneye göre Gılgamış, Uruk şehrinin güçlü, bilge ve kibirli bir “yarı tanrı” kralıdır. Hakkındaki şikâyetler ayyuka varınca tanrılar onunla aynı güçte Enkidu adında bir rakip yaratırlar. Ancak Enkidu ile Gılgamış dost olurlar. Bunun üzerine Enkidu tanrılar tarafından cezalandırılır; ağır bir hastalığın ardından ölür.

Bunun üzerine en yakın dostunu yitirerek “ölüm” ile yüzleşen Gılgamış, ölümsüzlük arayışına girer. Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek istediği Utnapiştim ona tanrıların insanlara “sonsuz yaşam” bahşetmediğini söyler.

Gılgamış, dönüş yolunda insanı gençleştiren bir bitki bulur ama bir yılan onu çalar ve Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı hüsranla sonuçlanır. Efsanenin sonunda Gılgamış, geç kalmış da olsa, ölümsüzlüğün, insanın geride bıraktığı eserleri, hikâyeleri olduğunu anlar…

***

Deyin ki bu satırların yazarı Munzur’dan bir avuç su içmiş ve atalarının manevi huzurunda kavl-i kararını yenilemiştir yol’a ve yürümeye dair…

Deyin ki dağların hafızasına kazılı tarihin öğrettikleri ne unutulabilir ne de karartılabilir; acıyla, çileyle, özveri ve emek destanlarıyla, kanla yazılmıştır…

Deyin ki Seyit Rıza şahsında, Hüseynî kararlılığı, Zeynebî direnişi onurlandıran ölülerimizin duruşuna, direnişine, hatırasına saygı ve minnetle sahiplenmek, yol ve yürümek inadımızın sebebi ve güç kaynağıdır…

15 Ağustos 2025

https://platform24.org/aslolan-yoldur-yurumektir/ 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...