Ana içeriğe atla

Barışın kaçınılmazlığı

 Kürt sorununun kalıcı, nihai, onurlu çözümü adına barış, kaçınılmaz bir ihtiyaç ve sorumluluk haline gelmiştir. Tarafların sözcülerinin bazen ifade ettikleri gibi “tarihi bir fırsat” söz konusudur ve ne hamaset, ne ucuz demagojiler, ne de “farklı” senaryolara kurban edilmelidir. Yeter…

Barış, yeni bir durumdur. Yeni bir sayfa açmaya cesaret etmektir. Barışı kaçınılmaz bir ihtiyaç haline getiren gerçeklerle yüzleşmek ve onları aşmak kararlılığıdır. Sağlam bir irade ve beraberinde sabır, gereğinde “baldıran zehiri içmek” kararlılığıdır…

Barış, kuşkusuz savaşan taraflar arasında olur. Şartlarını olgunlaştırmak adına başlangıçta gizli saklı, kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerle ilk adımlar atılır, asgari bir mutabakat sağlandıktan sonra ise açık ve şeffaf bir süreç izlenerek inşa edilir.

Barışın kaçınılmaz bir “ihtiyaç” haline gelmesi, sübjektif olmaktan ziyade objektif bir gerçekliktir. Özünde tarafların birbirini yok edememesi, uzayan savaş ve çatışma halinin beraberinde getirdiği maddi ve manevi bedellerin giderek daha çok ağırlaşması ve taşınamaz hale gelmesi, savaş halinin başka güçlerin doğrudan veya dolaylı çıkarlarına hizmet etmeye başlaması gibi nedenler vardır.

Lafı dolandırmadan ve demogoji, hamaset yollarına sapmadan, yüksek sesle düşünelim.

Öncesi de olmakla beraber bir devlet düşünün ki 40 yıldan fazla bir süredir “terör” olarak adlandırdığı bir “mücadele” yürütmektedir. “Terörle mücadele” en büyük önceliğidir ve mücadele ettiği “terör” önemli bir halk desteğine sahiptir ve ciddi silahlı mücadele yürütme imkânlarına sahiptir, başka ideolojik, siyasi araç ve imkânları da vardır. Yıllardır “son terörist öldürülünceye kadar” denilmiştir, güvenlikçi politikalar esas alınmıştır, hatta devlet “rutin dışına” da çıkmış ve aleni insanlık suçları, savaş suçları işlemekten geri durmamıştır. Ülkenin ekonomik kaynakları bu “mücadeleye” hasredilmiştir. Binlerce kişi hayatını kaybetmiş, sakat kalmış, insanlar “şehitler ölmez ülke bölünmez” hamaseti yapılarak neticede acılarıyla baş başa bırakılmışlardır. Örgütün lideri yakalanmış ve tecrit şartları altındaki mahpusluğu süresince bilindiği kadarıyla devleti zorlayacak herhangi bir direniş göstermemiş (açlık grevi vb.), gayet “uyumlu” bir pratik sergilemiştir. Sonuç alınamamıştır.

Çünkü sorun “terör” değil, Kürt sorunuydu, devletin inkâr siyaseti hükmünü sürdürdüğü müddetçe de gerçek manada çözülmesi mümkün olamazdı ve olmamıştır…

Örgüt açısından da durum daha az vahim değildir.

Halkın özverisi, direnişi vardı. Binlerce insan öldü. Binlercesi sakat kaldı. Binlerce insan işkence gördü, hapsedildi. Evleri başına yıkıldı. Binlerce köy yakılıp yıkıldı. Binlerce genç dağa çıktı. “Dava” için öldü, öldürdü. Bu desteği temsil yükümlülüğü altında olanlar, yeri geldi devletin ne kadar “gaddar” olabileceğini hesap edemediklerini söylediler ama meslek haline getirdikleri “nomenklatura” imtiyazlarından da vazgeçmediler. Herhangi bir eleştiriye tahammül etmeden tecrit şartlarında mahpus yatan Öcalan’ı “başmüzakereci” ilan etmek dışında kayda değer bir politika üretmediler. HDP 7 Haziran 2015 seçimlerinde parlamentonun üçüncü partisi oldu, kilit parti konumu elde etti, çözüm süreci yıpranmış ve tökezliyor olsa da halen sürüyordu ve bu gelişmeye (siyasete) fırsat tanımak yerine “devrimci halk savaşı” ilan ettiler. Sırf 2015-2016 yılları arasında içlerinde siviller de olmak üzere binlerce insan hayatını kaybetti. Sur, Cizre, Nusaybin sokaklarında ellerine silah tutuşturulmuş binlerce çocuk ve genç teslim olmaktansa ölmeyi tercih etti, öldü… Bu anlayış ve pratikle somut ve nihai herhangi bir sonuç elde edilemezdi. Her yıl ilan etmeyi alışkanlık haline getirdikleri “Zafer yılı”, “Final yılı” hamaseti de artık kimseyi etkilemiyordu…

Bunları söyleyince “kötü” oluyorsun. Devletin gözünde de, aklını fikrini askıya almış müritlerin gözünde de. Beis yok.

Fakat işte gözlerini kapatmak veya devekuşu taklidi yapmakla gerçekler buharlaşmış, yok olmuş olmuyor…

Başa dönersek… Kürt sorununun kalıcı, nihai, onurlu çözümü adına barış, kaçınılmaz bir ihtiyaç ve sorumluluk haline gelmiştir. Tarafların sözcülerinin bazen ifade ettikleri gibi “tarihi bir fırsat” söz konusudur ve ne hamasete ne ucuz demagojilere ne de “farklı” senaryolara kurban edilmelidir. Yeter…

Meselenin, ciddiyet ve sorumluluk gereği açıklık, şeffaflık noktasına gelmesi ve barış fikrinin halka mal edilmesi, bu bağlamda “hassasiyetler” boyutu var bir de. “Türkiyeli değil Türküm!” kampanyası yürütenlere şimdiden duyurmuş olayım. Haftaya…

***

Birinin belini büker, birinin mülkünü yıkar; birinin yaşını döker, var gücüyle üzer ölüm. (Yunus Emre)

Her ölüm erken ölümdür. Onun ölümü gerçekten erken ve haksız bir ölümdü…

Ablam Sıdıka Solgun Saro’nun vefatı nedeniyle arayan, soran, yazan, acımızı paylaşan tüm akraba, dost ve arkadaşlara teşekkür ederiz. Acı paylaşıldıkça diner, denir. Sağ olun.

29 Ağustos 2025

https://platform24.org/barisin-kacinilmazligi/ 




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...