Ana içeriğe atla

“Em hemû Tirk in!”

 Türklük, herhangi bir etnik kimlik gibi, mesela Kürtlük gibi, bir ulusal kimliktir. Başka, farklı etnik kimlikleri bir etnik kimlik içerisinde eritmeye, yok etmeye çalışmak ve bunu da olmadık demagojik gerekçeler icat ederek yapmak, dümdüz, katıksız bir ırkçı, faşizan dayatmadır

12 Eylül darbecileri Diyarbakır Cezaevini Kürtler için bir “Türklük okulu” olarak tasarlamışlardı. Cezaevinin işkenceleri ve vahşetiyle nam salmış, son yıllarda bazı ırkçı faşist çevrelerin hasretle anmaya başladıkları Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, hapishaneye gelen tutuklulara hitaben yaptığı konuşmalarda üzerine basa basa söylüyormuş bunu: “Burası sıradan bir cezaevi değil, hatta cezaevi de değil, Türkleştirme okulu! Burada Türk olacaksınız!”

Cezaevinin duvarları “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Türkiye Türklerindir!”, “Türk öğün çalış güven!”, “Türkçe konuş çok konuş!” gibi sloganlarla bezenmişti. Sabah akşam işkence edilen mahpuslara İstiklal Marşı ve yanı sıra Türklüğü yücelten başka marşlar öğretiliyor, insanların değerleri aşağılanıyor, kimlik ve kişilikleri yok edilmek isteniyordu…

O yıllarda ben de İstanbul’da sırasıyla Davutpaşa, Metris, Sağmalcılar Özel Tip ve tekrar Metris sıkıyönetim cezaevlerinde mahpus idim. Siyasi mahpusların çoğunluğu Türk idi ama “vatan millet devlet düşmanı anarşistler” oldukları için onlara da devlete biat etmek, pişmanlık, itirafçılık dayatılıyordu. Bunun başlıca aracı da insanların onur ve kişiliklerini, değerlerini tanınmaz hale getirmek amacı güden “kurallara” biat etmelerini sağlamak idi. O “kuralların” başında da İstiklal Marşı okumak, Atatürk eğitimine katılmak, askerlere “komutanım” diye hitap etmek gibi dayatmalar geliyordu…

Türk olmak, devlete biat etmeyi gerektirirdi; devletçi olacaksın, çizilen sınırlar içerisinde Sünni olacaksın, ne olursan ol öncelikle Atatürkçü, Kemalist olacaksın. Başka türlü olsa olsa “Kansız Türk”, “Soysuz Türk” olunabilirdi…

Birileri hemen atılabilir orta yere ve mümkündür ki, “Ya sayın yazar 45 yıl önce olup bitmiş şeyler bunlar. Yanlış yapmışlar, ne yapalım yani? Bunun Türklükle ne alakası var?” diyebilir. Gerçekten de 12 Eylül’ü birkaç marjinal ırkçı faşo dışında açıkça savunan, sahiplenen kalmadı günümüz Türkiyesi’nde; Celal Şengör, Ertuğrul Özkök filan. Belki “Türkiyeli değil Türküm!” kampanyasına öncülük eden “Tarihçi dediğin Türk milliyetçisi olur” görüşünün mucidi Erkan Afyoncu, karışık bir etnik evveliyatı olmasına rağmen “Türkiyeli diye bir şey yok Türklük var!” çıkışıyla gündeme gelen her devrin tarihçisi İlber Ortaylı, mesleğine başlarken Hipokrat yemini edip etmediği merak edilen Bengi Başer gibi isimler de 12 Eylül hayranıdır içten içe; sürpriz olmaz, şaşırmam…

Daha yakın bir döneme, 90’lara bakalım o halde. Hani dönemin Genelkurmay Başkanı “Tak Şak Paşa” Doğan Güreş’in tanımlamasıyla “düşük yoğunluklu savaş” yıllarına yani.

Sıkıyönetim kalkmış ama OHAL var, bir tür sömürge valiliği. Köyler yakılıp yıkılıyor, boşaltılıyor. Kürt köylüleri, aşiretleri korucu olmaya zorlanıyor. İnsanlar yerlerini yurtlarını terk ediyor can havliyle. Devlet, Süleymen Demirel’in deyişiyle “rutin dışına” çıkmış. Sözüm ona aranan katliam failleri ceplerinde devletin verdiği kimlik, bellerinde devletin verdiği silahlar ile uyuşturucu kaçakçılığı yapıyor, Kürt iş insanlarını haraca bağlıyor, insanlar işkence edilerek öldürülüyor, cesetleri oraya buraya atılıyor veya kimsesizler mezarlığına gömülüyor. “Faili meçhul” denilen cinayetler, bu aralar bazılarının iç çekerek hatırladıkları “Beyaz Toros” vakaları gündelik olaylar. İşkencehaneler tıklım tıklım. DGM’ler İstiklal Mahkemelerinden daha hızlı birer ceza makinesi olarak çalışıyor…

Bu kısa 90’lar özeti bile yeterince korkunç ve ürkütücü olmalı…

Bu tablonun “Türklük” mevzuuyla ne alakası var diye soran olur mu acaba? Çünkü konuyla doğrudan alakalı; neydi o malum gazetenin sloganı; “Türkiye, Türklerindir!”

Hatırlayan olur mu? O zaman sadece devletin resmi ve gayrı resmi güvenlik birimleri değildi alarm halinde olan. Devlet bütün kurumlarıyla alarmdaydı. Mesela medya…

Devlet televizyonu TRT’de “Anadolu’dan Görünüm”, “Perde Arkası” adlı programlar vardı ve diğer yayınlar bir yana, bu programlarda dağdaki militanların Ermeni oldukları söyleniyordu. Devletin Diyaneti de bu ırkçı kara propagandayı destekleyen fetvalar yayınlıyordu.

Bir an düşünün ki oğlu veya kızı dağda ya da hapiste olan bir annesiniz, babasınız. Eşi, kardeşi, amcası, dedesi de olabilir… Hani her seçim zamanı akla geliyor ya, Kürtler dindar, muhafazakâr bir halktır filan. Öyledir gerçekten. Düşünün ki Kürtlüğünüzün yanı sıra dininiz, imanınız, ibadetiniz de aşağılanmak istenmektedir… (Ermenilere yönelik ırkçılık da cabası…)

90’lı yılların ortalarıydı. “Çakıl taşı” ve oğlunu Bodrum’da tatil havasında askere yollayıp göreve koştuğu çete efradını “Vatan için kurşun atan da yiyen de” edebiyatıyla sahiplenen Tansu Çiller başbakan idi. Şırnak ve Hakkari dolaylarındaki korucu aşiretlerinin reisleri Ankara’ya çağrılmışlardı, sırtları sıvanmak için. Hazır gelmişken basınla da buluşturmak lazımdı tabii. Ama “sıkıntılı” bir durum var; adamlar Türkçe bilmiyor. Neyse tercüman yardımıyla konuşturuldular ve gazetecilere kendilerine ezberletilen şekliyle, “Em hemû Tirk in, terorîstên li çiyayan Ermenî ne” dediler. Ne diyor ne diyor, diye heyecanla soran gazetecilere tercüman tane tane cevap verdi: “Diyorlar ki, biz hepimiz Türküz, dağdaki teröristler Ermenidir.”

Evet, “Hepimiz Türküz” diyor ve bunu Kürtçe diyor… O kişilerin onursuzluğu bir yana, bu düşündürücü tablo kuşkusuz onurlu, demokrat Türk yurttaşlarını utandırır; varsın ırkçı, faşist, darbeci, darbesever kazmalar iç çekerek gurur duysunlar…

***

Meselenin cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren nasıl bir sistematik devlet politikasıyla yürütülen asimilasyon kampanyası olduğunun yığınla delilleri, belgeleri var; Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nin ve diğer Tek Parti yöneticilerinin konuşmaları, açıklamaları var. Mecburi İskân planları, Şark Islahat Raporları, Türkçülük propagandaları, eğitimi, kampanyaları var… Ama yakın dönemleri hatırlatmak daha yararlı olabilir diye düşündüm.

Belgeler, olaylar, yaşanmışlıklar, tanıklıklar, olgular ve gerçekler çok açık. Bunları görmezden gelerek yüksek perdeden herkesi Türk olmaya zorlamak, sadece bir olmayacak iş değil; aynı zamanda Türklüğe de hakaret!

Konuyla ilgili konuştuğum Türk arkadaşlarımın görüşleri de bu yönde: Yahu neden bu coğrafyada yaşayan herkes Türk olmak zorunda olsun? Bu ilkel ırkçılık aslında Türklüğü de tanınmaz hale getiriyor…

Türklük, herhangi bir etnik kimlik gibi, mesela Kürtlük gibi, bir ulusal kimliktir. Başka, farklı etnik kimlikleri bir etnik kimlik içerisinde eritmeye, yok etmeye çalışmak ve bunu da olmadık demagojik gerekçeler icat ederek yapmak, dümdüz, katıksız bir ırkçı, faşizan dayatmadır.

***

Unutmuyoruz. 12 Eylül darbesinin 45. Yıldönümü vesilesiyle darağaçlarında, işkencelerde, göstermelik “çatışmalarda”, “kayıp” denilerek ve açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında yitirdiklerimizi saygıyla anıyoruz. İşkenceci katil cuntacılara lanetle…

12 Eylül 2025

https://platform24.org/em-hemu-tirk-in/



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

İlla da İzmir...

 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

'Kontrol'lü mü? 'Tiyatro' mu? 'Darbe' mi?

Belki biraz uzun bir yazı olacak, ama mevzu önemli ve doğru anlaşılması gerek... 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bu alçakça girişimi kınayan birkaç tivit attım ve çok "ilginç" ve düşündürücü tepkiler aldım. Darbe girişiminin ilk saatlerinde ve izleyen günlerde de darbeye karşı demokrasiyi savunmanın "ilkesel" bir anlamı, değeri olduğuna dair görüşlerimi yazmış, paylaşmıştım. Darbeye karşı demokrasiyi savunmak, ideolojik, siyasi görüşlerimiz, tercihlerimiz ne olursa olsun, hepimiz için bir "ortak payda" anlamı taşır; en azından, naçizane, yıllardır nefesim, kalemim yettiğince böyle olması gerektiğini savunuyorum. "İyi darbe-kötü darbe"? Bunu önemsemem boşuna değil. Zira biliyorum ve biliyoruz ki, toplumda öteden beri "iyi darbe, kötü darbe" şeklinde bir kötü yaklaşım tarzı var. "Düşman" bellediğine "karşı" ise o "iyi" darbedir ve kendisine karşı ise, "kötü." Bu, sadece kötü değ...