Ana içeriğe atla

Günlük. 10 Aralık

...Hiç değilse 10 Aralık etkinliklerine katılayım diyorum son yıllarda. Geçen yıl gitmiştim mesela. Bu sene Sultanahmet’teki basın açıklamasına yetişemedim. Akşam “resepsiyona” tam vaktinde yetiştim neyse ki...

-------------

10 Aralık, malum, Dünya İnsan Hakları Günü. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, 2. Dünya Savaşının ardından, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmesi üzerine o gün bugündür Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor. 

İlginizi çekebilir: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul edildiği oturumda Güney Afrika ve Suudi Arabistan, çekimser oy kullanmışlar. Ama asıl “haber”, çekimser oy kullanan dönemin sosyalist ülkeleri: Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Çekoslovakya ve Yugoslavya. Suudi Arabistan ile dönemin Güney Afrika'sının “çekimserliğinin” nedenini tahmin etmek güç olmasa gerek; muhtemelen, “İnsan hakları nedir? Bizi bozar öyle haklar filan” diye düşünmüşlerdir. Sovyetler Birliği ve diğerleri ne diye çekimser kalmış olabilir peki? Onlar da “İnsan hakları burjuva demokrasisinin dayattığı bir şeydir, bizi sınıf uzlaşmacılığına götürür” diye düşünmüş olmalıdır. Bugünden bakınca insan hayıflanıyor ister istemez ama insan hakları kavramına yaklaşım biçimi buydu sosyalist cenahta; ben uyduruyor değilim yani...

Neyse, ansiklopedik bilgi faslını geçelim, “günlük” bu neticede, ansiklopedi değil. Ara sıra sosyal medyada yazıyordum bu tür “günlük” yazlıları, çok ilgi görüyordu. Bari bloguma yazayım ara sıra diye düşündüm; gördüğünüz ve okuduğunuz üzere.

Mahcubiyetle söylüyorum, İnsan Hakları Derneğinin (İHD) devamsız üyelerinden biriyim. “Mahcubiyetim” etkinliklerine genellikle katılma imkanı bulamayışımdan. Anadolu Yakasında oturmak değil mazeretim tabii ki. En önemli ve en geçerli “mazeretim” çocuğum tabii ki. Cumartesi Annelerinin sessiz eylemlerine katılmak için özellikle gayret ederim, yıllardır. Yasaktan ve yasak kalktıktan sonra ona da gidemedim; sınırlı sayıda insanla yapılıyor. Neyse. Hiç değilse 10 Aralık etkinliklerine katılayım diyorum son yıllarda. Geçen yıl gitmiştim mesela. Bu sene Sultanahmet’teki basın açıklamasına yetişemedim. Akşam “resepsiyona” tam vaktinde yetiştim neyse ki...

(“Resepsiyon” yerine daha uygun ve Türkçe bir isim var mıdır acaba?)

Bulutluydu hava. Rüzgardan dolayı enteresan şekiller almış bulutlarla kaplıydı gökyüzü.

Epeydir görmediğim arkadaşlar vardı. Hal hatır muhabbetleri. Gençler vardı ama yaşını başını almışlar olarak bizim sayımız bu sene de daha fazlaydı... 

Konuşmalar... İHD’nin kuruluş serüveni belgeseli... Sonrasında atıştırmalıklar, bulabilene şarap... (Sağolsun Yavuz heval, “masana geldik” deyince masayı donattı tez zamanda.)

Kalabalık ve kapalı ortamda uzun süre kalamıyorum, sıkılıyorum, eskilerin deyişiyle “afakanlar” basıyor. Hapis yıllarından miras özelliklerden. Epey kaldım bile sayılır. Çıkarken masadakiler ve yakınımda Besna ve Serdar’la vedalaştım. Çok göze çarpmadan çıktım.

İpekyolu Film Festivali

Gelirken, vapurdayken, Özcan aramıştı ve İHD’nin resepsiyonuna katılacağımı söylemiştim. “E görüşelim o halde, işin bitince” demişti. Ben aramadan o mesaj yazdı; Beyoğlu Sinemasında İpekyolu Film Festivalinin açılış kokteyli varmış, orada buluşalım diye. Olur. 

(“Resepsiyon” ve “açılış kokteyli” hangi  durumlarda kullanılan laflar? Bir ara sorayım Google’a filan.)

Çay kahve eşliğinde tanıdığım tanımadığım, yeni tanıştığım “artist” erbabıyla havadan sudan sinemadan sohbet ettik fuayede. Deneyimli, saygın bir yönetmen, tanıştırıldığımızda, adımla hitap edince hoşuma gitmedi desem yalan olur :) 

Açılış konuşmaları, kısa bir tanıtım filmi, bu sene yarışacak eserlerin kısa tanıtım videoları, jüriler... Görev tamam. Tam zamanında, yani ben “daraldım yaw, çıkalım” demeden, çıktık. 

Emanet

Özcan’la da epeydir görüşmemiştik. İki lafın belini kıralım bari. Kendisindeki “emaneti” verdi. “Emanet” biraz netameli bir sözcük, malum, aklınıza başka şeyler gelmesin hemen; “emanet” dediği, kitap. Yazar bir ortak arkadaşımız bana versin diye imzalı bir kitabını vermiş Özcan’a, tarihin birinde. Özcan da yılda birkaç sefer arıyordu beni; “Bende bir emanetin var, görüştüğümüzde veririm.” “Emanet” nedir yahu? Silah mı? Bomba mı? “Kitap” desene şuna. Gülüştük. “Kitap deyip geçmeyeceksin, silahtan tehlikelidir bazen.” Öyle olsun. 

(Kitap için yazarına buradan da teşekkür etmiş olayım: Sağol, İnan. E tabii “emaneti” taşıyıp ulaştırana da: Eyvallah Özcan. “Hemşericilik yapıyorsun” demeyecekseniz eğer, ikisi de hemşerimdir. Özcan da yazı, yayın dünyasının yabancısı değildir ama emekli olduktan sonra bu ara kültür-sanat işleriyle iştigal ediyor. İzinlerini almadığım için soy isimlerini yazmadım.)

Hafif yağmurluydu hava. İstiklal Caddesi boyunca yürüdük biraz. Narmanlı Han köşesindeki kahvecide mola verdik, kahve içtik. Gelmişten geçmişten sohbet ederek. Bir tiyatro oyununun provaları vesilesiyle Anadolu yakasına gelecekmiş haftaya, görüşürüz belki. Ama oyunun galasına mutlaka gelesin dedi. Önemli bir işim olmazsa, elbette. 

Bir rakı sofrası kurmak da vardı ama başka sefere artık. Geç oldu. Yolum uzun. Gitsem iyi olur, metro seferleri sürüyorken. Metro, Marmaray derken, eve vardığımda gece yarısı olmuştu. 

Bu ayın ve dolayısıyla bu senenin sonunda rahmetli annemin 40 hayır lokması için Elazığ’a gideceğim. Oradan Dersim’e geçerim herhalde. Yılbaşı günü ve gecesi İstanbul’da olmayacağım sanırım. Arada İzmir’e de gitmem lazım. Neyse. Henüz vakit var. Sonra planlarım artık.

10 Aralık 2025



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

9 Aralık. Günlük. "Unufak" imzası

Söyleşinin başında Rober ile moderatör Sevengül Hanım da aynı şeyi söylediler: Kendi halinde, sessiz ve soğuk sokağın ortasında, kapısından içeri adım atınca başka bir dünyaya girmiş hissediyorsun kendini... Büyük kitapçılara rağmen mahalle kitapçıları yaşasın... Yolunuz düşerse, kitapçının adı, “Kendisi Bir Mekan”. Değişik bir ismi var, evet... --------  Epeydir görmemiştim Rober’i, en son, kaç  sene geçtiyse aradan, Kadıköy’de Akdeniz’de karşılaşmıştık, yanlış hatırlamıyorsam. Görüşmeyeli, Unufak adında bir romanı yayınlandı. Hakkında çok olumlu yazılar da çıktı. Yıllardır öyle ya da böyle yayıncılık alanında mesai harcıyor ama bu ilk kitabı. İmza ve söyleşi etkinlikleri oldu ama gidemedim daha önce. Bu kez Anadolu Yakasında olunca, unutmamak için not da aldım, gitmemek olmazdı elbette. İkindi vaktine değin evde günlük olağan işlerimi yaptım. Evde çalışmak iyi de bazen insan içine çıkmak da lazım; insan sosyal bir varlık ya hani... Ama hava kötü. Yağıyor da ara sıra. Daha da...