Kayıtlar

İlla da İzmir...

Resim
 Hep siyasi gündemin iç karartıcı sorunlarına dair yazacak, konuşacak değiliz ya... Dedim ve İzmir’deki imza buluşmasını paylaşayım sizinle istedim. Buyurun: Geçtiğimiz 16 Aralık cumartesi günü İzmir’de imza günüm vardı, Yakın Kitabevinde. Ne zamandır İzmir’e gitmek için “bahane” lazımdı; bundan âlâ bahane mi olur :) Fakat bir şanssızlıktır tuttu yakamdan ve bir türlü bırakmadı. Bakın nasıl... İzmir’de aile çevremden insanların yanı sıra birçok da arkadaşım var. Bir arkadaşım da yeni eve taşındı ve bizim “Kaptan” Mithat ayda birkaç kez gidiyor İzmir’e ve dönüşte Erhan’ın yeni evinin manzarasını öve öve bitiremiyor. Kaptan zevk sahibi adamdır, beğeni ölçüleri vardır, estetik duygusu gelişkindir; Siirtlidir ama bizim gibi (“bizim” derken kendimi kastediyorum, yanlış anlaşılmasın) köylü de değildir yani. O övüyorsa demek ki harbiden güzel manzarası var evin. Velhasıl bu da bizim arkadaş grubu için imza etkinliğinin yanında bir başka “bahane” idi. (Belki de asıl “bahane.”) Yakın Kitabe...

“İşkence… Mahkum edelim. Lanetleyelim. Ve asla unutmayalım”

Resim
 Bir ülkede işkence varsa sorumlusu ve suçlusu sadece işkenceciler değil, göz yuman, duymazdan gelen ve “oh olsun!” diye düşünen herkestir… İşkencenin sistematik olması sadece devletin bir politika olarak benimsemesi ve işkencecileri himaye etmesiyle ilgili değil. Çünkü bu süreç bir silsile halinde cereyan ediyor. İşkenceli sorgudan sonra “prosedür gereği” mahkeme önüne çıkmadan Adli Tıp kurumuna götürülüyor veya adı “Hükümet Tabibi” olan bir hekimin karşısına çıkarılıyorsunuz. Ve gösterildiğiniz doktorlar gördüğünüz işkenceyi kayda geçirmiyor… Savcının önüne çıkarılıyorsunuz, savcı “işkence gördüm” ifadenizi dikkate almıyor… Mahkemeye çıkıyorsunuz, yargıç sizi duymuyor… Yargılandığınız süreçte işkence gördüğünüzü kanıtlamak için elinizden, dilinizden geleni yapıyorsunuz ve bu nafile bir çaba olmanın ötesine gitmiyor… Medya ise, zaten, istisnalar hariç, oldum olası “devlet ne derse o” pozisyonunu terk etmiyor ve medya aracılığıyla sesinizi duyurmanız, deveye hendek atlatmaktan daha...

"O köyleri Ermenistan'dan sızan PKK helikopterleri yaktı"

Resim
 Türkçü, İslamcı, ulusolcu bir “kokteyl” koalisyon Sezgin Tanrıkulu’na “TSK’ya iftira attı!” gerekçesiyle “asalım mı keselim mi?” diye saldırıyor. Sezgin Tanrıklulu malumun ilamı kabilinden bir çift laf etti diye günlerdir linç ediliyor. Yakın tarihimizden Dersim’de unutulmaz izler bırakan bir “olayı” maksat kayda girsin diye hatırlatmak istiyorum ben de. Öncesinde de çeşitli tarihlerde tehditler, çok sayıda baskınlar, “faili meçhuller” olsa da 1994 Ekim ayı, Dersim’de akıllara ’38’i getiren bir tarih olarak yaşandı. Tanıkların, Bolu Komando Bölüğü olduğunu vurguladıkları bir askeri birlik, 1994 Ekim ayının ilk haftası içinde başta Ovacık (Pulur) olmak üzere Dersim’de çok sayıda köyü “10 dakika içinde evlerinizi boşaltın!” uyarısı (!) yaparak yaktı. Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin (OHAL) Kasım 1997 tarihli raporuna göre Dersim’de 1994 yılında 183 köy, 823 mezra, 8 bin 439 hane boşaltıldı, yaklaşık 50 bin kişi yerinden edildi, göçertildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) bağlı aske...

Yine ve hâlâ: "Ne mutlu Türküm diyene"!?

Resim
 Dersim’i çevreleyen dağların, tepelerin hemen tamamında “kalekollar” var ve hâlâ “Ne mutlu Türküm diyene!” mi? Özellikle ve öncelikle ülkenin “bu tarafında” yaşayan sayın okurlarımı şöyle bir düşünmeye davet ediyorum: Yaşadığınız şehirde, mahallede, geçtiğiniz sokaklarda, caddelerde, kafanızı kaldırdığınız her yerde “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganları yazılı kocaman tabelalar, pankartlar gördünüz mü? Milli bayramlar münasebetiyle filan dört bir tarafa Mustafa Kemal Atatürk posterleri, yazıları, afişleri asılması değil kastettiğim. Gayet olağan bir şeymiş gibi her tarafta “Ne mutlu Türküm diyene!” yazılarıyla karşılaşmaktan bahsediyorum. Ne de olsa ben de ülkenin “bu tarafında” yaşayan bir insanım ve kendimden hareketle bu soruya sizin adınıza da cevap verebilirim: Hayır… Ama yolunuz ülkenin “o tarafına” düştüğünde işin rengi değişiyordu. En azından 2013 yılına değin böyleydi. Dağlar, tepeler kocaman harflerle yazılmış “Ne mutlu Türküm diyene!” yazılarıyla bezeliydi. Şehirlerde de...

Kendini çok hissetmek...

Resim
 Alevilere hakaretler edilen konuşmalara tanık olmuş ama sözcüklerinizi yutmuşsanız, Dersim’de kendinizi “çok” hissedersiniz. İyi hissedersiniz. 2003 yılı yazıydı. Anamla Düzgün Baba’ya çıkmıştık. Annem yıllar sonra oğlu ile Düzgün Baba’ya çıkmaktan, Haskar Çeşmesi’nde çerağ uyandırmaktan, dua edip dilek tutmaktan yana çok mutlu olmuştu. Yaşlıydı, yorgundu ama söz konusu olan Düzgün Baba’ya çıkmak olunca, derman gelmişti dizlerine. Gerçekten de çok fazla takılmadan ve arada yorulduğunda Düzgün Baba’dan kuvvet dileyerek yoluna devam etmişti. Düzgün Baba’nın; dağa tırmanırken, yaşlı da olsa, hasta, yorgun çocuk da olsa kalbi temiz olana güç, kuvvet verdiğine inanılır. 7-8 yaşlarında bir çocuğun babasına “Çok yorulmuştum ama Düzgün Baba bana güç verdi, yürüdüm” dediğine tanık olmuştum o gün. Mevzunun özü, inanmak. Gözünde büyütürsen, adımlarını yolu bitiremem güvensizliğiyle atarsan, tedirginsen, Düzgün Baba’nın haşmeti, önünde uzanan aşılmaz bir çile olur çıkar. Dağcılar, doğa yürüyü...

Dersim'e "Tunceli" demek...

Resim
 Cemal Süreya gibi, bir insan neden kimliğini gizlemek zorunda hisseder kendini? Diyarbakırlı oluşunu, Hakkarili, Şırnaklı, Dersimli oluşunu… Adını Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak bildiğimiz ama aslında etnik kimliği, anadili itibarıyla Kürt olan kaç şair, yazar, sanatçı tanıyorsunuz diye sorsam, eminim aklınıza ilk gelecek isimlerden biri Cemal Süreya olur. Cemal Süreya, Dersimlidir (Pülümür). ’38 kırımında 7 yaşındayken ailesiyle birlikte Bilecik’e sürgün edilmiştir. Eşine yazdığı mektuplardan birinde bu sürgünü şöyle anlatır: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.” Annesi, sürgündeki altıncı aylarında henüz 23 yaşında dördüncü çocuğunu doğururken hayatını kaybetmi...

Jar û Diyar, Dersim...

Resim
 “Bakma böyle konuştuğuma, ne olursa olsun, nerede olursak olalım, Dersim bize Jar û Diyar’dır.” “Biz görmedik… Sizler ve sizlerin çocukları görürse, ruhumuz şad olur, arkada kalan yaşlı gözlerimiz sevinçle ışıldar… Dünya yüz çevirdiği iyiliklere döner yüzünü; savaşlar, haksızlık ve adaletsizlikler son bulur… Gönüller bir ve yurdumuzun geleceği aydınlık olur… Her köşesi kan ve dua ile anılan ziyaretler diyarı Dersim, Düzgün Baba’nın, Munzur Baba’nın, Sultan Hıdır’ın iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, temiz ahlak telkin eden yolunda küskün kaderiyle barışır, kendi gerçeğiyle değer bulur ve Pepuq Kuşu bir başka ağlamaya başlar efsanelerimizde…” -Seyit Hasan Yukarıdaki sözler, Kureyşan pirlerinden dedem Seyit Hasan’ın kıymetini yıllar sonra idrak ettiğim konuşmalarından biri. Yaklaşık olarak, yani aklımda kaldığınca. Kafasından çıkardığını hiç görmediğim kocaman sarıklı, gözlüklü, uzun, beyaz sakallı, “rüyamda nur yüzlü bir ihtiyar gördüm” denir ya, öyle temiz, nur yüzlü, heybetl...