Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Günlük. 10 Aralık

...Hiç değilse 10 Aralık etkinliklerine katılayım diyorum son yıllarda. Geçen yıl gitmiştim mesela. Bu sene Sultanahmet’teki basın açıklamasına yetişemedim. Akşam “resepsiyona” tam vaktinde yetiştim neyse ki... ------------- 10 Aralık, malum, Dünya İnsan Hakları Günü. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, 2. Dünya Savaşının ardından, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmesi üzerine o gün bugündür Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.  İlginizi çekebilir: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul edildiği oturumda Güney Afrika ve Suudi Arabistan, çekimser oy kullanmışlar. Ama asıl “haber”, çekimser oy kullanan dönemin sosyalist ülkeleri: Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Çekoslovakya ve Yugoslavya. Suudi Arabistan ile dönemin Güney Afrika'sının “çekimserliğinin” nedenini tahmin etmek güç olmasa gerek; muhtemelen, “İnsan hakları nedir? Bizi bozar öyle haklar filan” diye düşünmüşlerdir. Sovyetler Birliği ve diğerleri ne diye çekimse...
En son yayınlar

9 Aralık. Günlük. "Unufak" imzası

Söyleşinin başında Rober ile moderatör Sevengül Hanım da aynı şeyi söylediler: Kendi halinde, sessiz ve soğuk sokağın ortasında, kapısından içeri adım atınca başka bir dünyaya girmiş hissediyorsun kendini... Büyük kitapçılara rağmen mahalle kitapçıları yaşasın... Yolunuz düşerse, kitapçının adı, “Kendisi Bir Mekan”. Değişik bir ismi var, evet... --------  Epeydir görmemiştim Rober’i, en son, kaç  sene geçtiyse aradan, Kadıköy’de Akdeniz’de karşılaşmıştık, yanlış hatırlamıyorsam. Görüşmeyeli, Unufak adında bir romanı yayınlandı. Hakkında çok olumlu yazılar da çıktı. Yıllardır öyle ya da böyle yayıncılık alanında mesai harcıyor ama bu ilk kitabı. İmza ve söyleşi etkinlikleri oldu ama gidemedim daha önce. Bu kez Anadolu Yakasında olunca, unutmamak için not da aldım, gitmemek olmazdı elbette. İkindi vaktine değin evde günlük olağan işlerimi yaptım. Evde çalışmak iyi de bazen insan içine çıkmak da lazım; insan sosyal bir varlık ya hani... Ama hava kötü. Yağıyor da ara sıra. Daha da...

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...

Yazmak, ciddi bir iştir

 Kürt sorunu ve barış üzerine yazdım en çok. Belki de milliyetçilik ve çeşitliliğiyle anlamlı bu ülkeyi tek tipleştirme dayatmalarının yanlışlığı üzerine. Ya da eşit yurttaşlık sorunlarımız üzerine yazdım en çok. Ama neticede meramım, demokrasi ve özgürlükler üzerineydi hep… Yazmak ciddi bir iştir, Nâzım’dan ilhamla, şakaya gelmez. Bakın neden… Yazı ile ilgili herkesin kendince yazmaya yüklediği bir anlam vardır kuşkusuz. Benim için yazmak, öncelikle kafanı meşgul eden veya gündemindeki bir konu, bir sorun hakkında derli toplu bir düşünmek biçimi oluyor. Neden, niçin, nasıl gibi sorular etrafında o konu veya sorunla ilgili kendi tutum ve değerlendirmenizi bence en iyi yazarak oluşturur, ifade edersiniz… Ben yazılarımı öncelikle düşünerek kafamda yazıyorum; yürürken mesela. Sokakta, parkta, mümkünse bir deniz kenarında volta atarken… Bir arkadaşla, tanıdıkla rastlaşırsam, “Derinlere dalmışsın yine?” veya “Çok düşüncelisin, hayırdır?” gibi sorularla karşılaşıyorum. “Doğrudur” deyip g...

Stalin “Huzur Türklükte” demiş! Cidden mi?

 Türklüğü bir “üst kimlik” olarak kurgulamak isteyenlerin, öncelikle Türklük dayatmasıyla yaşanan bu tarihle ve Kürtler başta olmak üzere “diğer” halklara Türkleştirme amaç ve gerekçesiyle reva görülen bu zulümle yüzleşmesi gerekir Irkçının, faşistin cahil cühela olanı neyse, adam ya da madam bilmiyor yazık filan deyip geçebilirsin, eğer dinliyorsa meramını bile anlatabilirsin, en azından kafasında soru işaretleri uyanması ihtimali var. Ama bunların küstah, ukala, çok bilmiş olanları hiç çekilmiyor! Söylediğini dinleme, yazdığını anlama zahmetine girmeden üst perdeden en agresif dille başlıyorlar saydırmaya. Çok öfkeli ve saldırganlar. Her memlekette bir şeylerin “değişiyor” olma ihtimali belirdiğinde sinirleri zıplıyor. Kürtleri zaten sevmiyorlar, hadi “nefret ediyorlar” demeyeyim, bir de Kürtlerle barış, eşit yurttaşlık, ana dilde eğitim filan; yok, daha neler! Her şeyi en çok ve en iyi kendileri bildiği(!) için ve Kürt “kökenli” kişilerin DE “bilgili” olabileceklerine ihtimal ve...

“Em hemû Tirk in!”

 Türklük, herhangi bir etnik kimlik gibi, mesela Kürtlük gibi, bir ulusal kimliktir. Başka, farklı etnik kimlikleri bir etnik kimlik içerisinde eritmeye, yok etmeye çalışmak ve bunu da olmadık demagojik gerekçeler icat ederek yapmak, dümdüz, katıksız bir ırkçı, faşizan dayatmadır 12 Eylül darbecileri Diyarbakır Cezaevini Kürtler için bir “Türklük okulu” olarak tasarlamışlardı. Cezaevinin işkenceleri ve vahşetiyle nam salmış, son yıllarda bazı ırkçı faşist çevrelerin hasretle anmaya başladıkları Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, hapishaneye gelen tutuklulara hitaben yaptığı konuşmalarda üzerine basa basa söylüyormuş bunu: “Burası sıradan bir cezaevi değil, hatta cezaevi de değil, Türkleştirme okulu! Burada Türk olacaksınız!” Cezaevinin duvarları “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Türkiye Türklerindir!”, “Türk öğün çalış güven!”, “Türkçe konuş çok konuş!” gibi sloganlarla bezenmişti. Sabah akşam işkence edilen mahpuslara İstiklal Marşı ve yanı sıra Türklüğü yücelten başka marşlar öğretiliyor, in...

“Türk olmaktan niye rahatsız oluyorsunuz ki?”

 Türk olmayı Kürtlere ve başka etnik kimliklere dayatmadan önce bunun kısa hikâyesini bilmek gerekmez mi? Mesela Türklük bir “üst kimlik” olarak kurgulansaydı başından beri, bir ihtimal, bu tarih daha farklı yaşanabilirdi Ufukta belli belirsiz bir “barış” ihtimalinin görünmesi bile, ortak paydaları düpedüz ırkçılık olan “çeşitli” kişi ve çevrelerin alarm ilan etmelerine yetti de arttı. Değişik tonlarda Türk milliyetçisi ya da Türk ulusalcısı olan bu “çeşitli” kişi ve çevreler içerisinde Mustafa Kemal’den ilhamla “Doğrudan doğruya Türk milliyetçisiyiz ulan!” diyenler, “solcu”, “komünist” kisvesi takınmış olanlar, anlı şanlı ve ünlü tarihçi, akademisyen başta olmak üzere farklı meslek gruplarından insanlar var. “Türkiyeli değil Türküm!” kampanyası yürütüyorlar sosyal medyada. Kahvehane muhabbeti olsa belki “neyse” denilebilir ya sabır çekip, ama bunlar, dediğim gibi, siyasetçi, akademisyen, tarihçi, kalp doktoru gibi sıfatlar taşıyan gayet okumuş yazmış tipler. Her yeri geldiğinde sö...