Ana içeriğe atla

Kayıtlar

"Murat öldü Cafer"

“Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... Önce “Murat çok hasta, hastanede” haberini aldım. Nesi var ki? Kanser... “Ne kanseri?” bile diyemedim. Alacağım cevaptan korktum. En kötüsü olmasından.  En kötüsüymüş... Hangi hastanede? Geleyim, göreyim, moral olur, iyi gelir belki, ne bileyim. “Gelsen de göremezsin ki. Yoğun bakımda. Entübe edildi. Belki bir mucize olur diye bekliyoruz işte.” Bir mucize olur belki. Bir mucize olsa. Bir mucize olsun... Daha çok genç yahu! Ölecek değil ya!  Öldü... “Murat çok hasta” diye haber vermişti Fatma. İki gün geçmeden, olsun, yine de gideyim hastaneye, belki bir mucize olur diye düşünürken, “Murat öldü Cafer” haberi geldi bu kez... İnsan evladı tuhaf bir varlık. Telefon ekranındaki “Murat öldü Cafer” mesajına bir süre bakakaldım öylece. Nasıl olduysa, bir üzüntü emojisi ile yanıt vermeyi akıl edebildim. Bir şey...
En son yayınlar

Yazmak, ciddi bir iştir

 Kürt sorunu ve barış üzerine yazdım en çok. Belki de milliyetçilik ve çeşitliliğiyle anlamlı bu ülkeyi tek tipleştirme dayatmalarının yanlışlığı üzerine. Ya da eşit yurttaşlık sorunlarımız üzerine yazdım en çok. Ama neticede meramım, demokrasi ve özgürlükler üzerineydi hep… Yazmak ciddi bir iştir, Nâzım’dan ilhamla, şakaya gelmez. Bakın neden… Yazı ile ilgili herkesin kendince yazmaya yüklediği bir anlam vardır kuşkusuz. Benim için yazmak, öncelikle kafanı meşgul eden veya gündemindeki bir konu, bir sorun hakkında derli toplu bir düşünmek biçimi oluyor. Neden, niçin, nasıl gibi sorular etrafında o konu veya sorunla ilgili kendi tutum ve değerlendirmenizi bence en iyi yazarak oluşturur, ifade edersiniz… Ben yazılarımı öncelikle düşünerek kafamda yazıyorum; yürürken mesela. Sokakta, parkta, mümkünse bir deniz kenarında volta atarken… Bir arkadaşla, tanıdıkla rastlaşırsam, “Derinlere dalmışsın yine?” veya “Çok düşüncelisin, hayırdır?” gibi sorularla karşılaşıyorum. “Doğrudur” deyip g...

Stalin “Huzur Türklükte” demiş! Cidden mi?

 Türklüğü bir “üst kimlik” olarak kurgulamak isteyenlerin, öncelikle Türklük dayatmasıyla yaşanan bu tarihle ve Kürtler başta olmak üzere “diğer” halklara Türkleştirme amaç ve gerekçesiyle reva görülen bu zulümle yüzleşmesi gerekir Irkçının, faşistin cahil cühela olanı neyse, adam ya da madam bilmiyor yazık filan deyip geçebilirsin, eğer dinliyorsa meramını bile anlatabilirsin, en azından kafasında soru işaretleri uyanması ihtimali var. Ama bunların küstah, ukala, çok bilmiş olanları hiç çekilmiyor! Söylediğini dinleme, yazdığını anlama zahmetine girmeden üst perdeden en agresif dille başlıyorlar saydırmaya. Çok öfkeli ve saldırganlar. Her memlekette bir şeylerin “değişiyor” olma ihtimali belirdiğinde sinirleri zıplıyor. Kürtleri zaten sevmiyorlar, hadi “nefret ediyorlar” demeyeyim, bir de Kürtlerle barış, eşit yurttaşlık, ana dilde eğitim filan; yok, daha neler! Her şeyi en çok ve en iyi kendileri bildiği(!) için ve Kürt “kökenli” kişilerin DE “bilgili” olabileceklerine ihtimal ve...

“Em hemû Tirk in!”

 Türklük, herhangi bir etnik kimlik gibi, mesela Kürtlük gibi, bir ulusal kimliktir. Başka, farklı etnik kimlikleri bir etnik kimlik içerisinde eritmeye, yok etmeye çalışmak ve bunu da olmadık demagojik gerekçeler icat ederek yapmak, dümdüz, katıksız bir ırkçı, faşizan dayatmadır 12 Eylül darbecileri Diyarbakır Cezaevini Kürtler için bir “Türklük okulu” olarak tasarlamışlardı. Cezaevinin işkenceleri ve vahşetiyle nam salmış, son yıllarda bazı ırkçı faşist çevrelerin hasretle anmaya başladıkları Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, hapishaneye gelen tutuklulara hitaben yaptığı konuşmalarda üzerine basa basa söylüyormuş bunu: “Burası sıradan bir cezaevi değil, hatta cezaevi de değil, Türkleştirme okulu! Burada Türk olacaksınız!” Cezaevinin duvarları “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Türkiye Türklerindir!”, “Türk öğün çalış güven!”, “Türkçe konuş çok konuş!” gibi sloganlarla bezenmişti. Sabah akşam işkence edilen mahpuslara İstiklal Marşı ve yanı sıra Türklüğü yücelten başka marşlar öğretiliyor, in...

“Türk olmaktan niye rahatsız oluyorsunuz ki?”

 Türk olmayı Kürtlere ve başka etnik kimliklere dayatmadan önce bunun kısa hikâyesini bilmek gerekmez mi? Mesela Türklük bir “üst kimlik” olarak kurgulansaydı başından beri, bir ihtimal, bu tarih daha farklı yaşanabilirdi Ufukta belli belirsiz bir “barış” ihtimalinin görünmesi bile, ortak paydaları düpedüz ırkçılık olan “çeşitli” kişi ve çevrelerin alarm ilan etmelerine yetti de arttı. Değişik tonlarda Türk milliyetçisi ya da Türk ulusalcısı olan bu “çeşitli” kişi ve çevreler içerisinde Mustafa Kemal’den ilhamla “Doğrudan doğruya Türk milliyetçisiyiz ulan!” diyenler, “solcu”, “komünist” kisvesi takınmış olanlar, anlı şanlı ve ünlü tarihçi, akademisyen başta olmak üzere farklı meslek gruplarından insanlar var. “Türkiyeli değil Türküm!” kampanyası yürütüyorlar sosyal medyada. Kahvehane muhabbeti olsa belki “neyse” denilebilir ya sabır çekip, ama bunlar, dediğim gibi, siyasetçi, akademisyen, tarihçi, kalp doktoru gibi sıfatlar taşıyan gayet okumuş yazmış tipler. Her yeri geldiğinde sö...

Barışın kaçınılmazlığı

 Kürt sorununun kalıcı, nihai, onurlu çözümü adına barış, kaçınılmaz bir ihtiyaç ve sorumluluk haline gelmiştir. Tarafların sözcülerinin bazen ifade ettikleri gibi “tarihi bir fırsat” söz konusudur ve ne hamaset, ne ucuz demagojiler, ne de “farklı” senaryolara kurban edilmelidir. Yeter… Barış, yeni bir durumdur. Yeni bir sayfa açmaya cesaret etmektir. Barışı kaçınılmaz bir ihtiyaç haline getiren gerçeklerle yüzleşmek ve onları aşmak kararlılığıdır. Sağlam bir irade ve beraberinde sabır, gereğinde “baldıran zehiri içmek” kararlılığıdır… Barış, kuşkusuz savaşan taraflar arasında olur. Şartlarını olgunlaştırmak adına başlangıçta gizli saklı, kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerle ilk adımlar atılır, asgari bir mutabakat sağlandıktan sonra ise açık ve şeffaf bir süreç izlenerek inşa edilir. Barışın kaçınılmaz bir “ihtiyaç” haline gelmesi, sübjektif olmaktan ziyade objektif bir gerçekliktir. Özünde tarafların birbirini yok edememesi, uzayan savaş ve çatışma halinin beraberinde ge...

Barışın gerekleri

 Süreçle ilgili devlet adına konuşanlar sık sık “Pazarlık yok, müzakere yok” açıklamaları yapıyorlar. “Pazarlık” neyse de “müzakere” kavramından neden bu denli rahatsız olunuyor, tuhaf. Ama bu bir yana, insan düşünmeden edemiyor, “müzakere” olmaksızın yürütülen bir sürecin hedefinde barış inşa etmek var mıdır gerçekt en? “Barış” adı üzerinde, bir sorun, bir çelişki, çıkarları karşıt tarafların varlığı etrafında şekillenen savaş veya çatışma halinin son bulması için ortaya konulan iradedir. Sorun veya çelişkinin “savaş” gerekçesi olmaktan çıkartılması ve asgari manada çözümünü amaçlayan bir iradedir söz  konusu olan. Bu yönüyle yeni bir sayfa açmak, yeni bir durumun önünü açmak demek olduğu için, ciddi, kararlı, cesur bir irade, sorumluluk ve tutarlılık gerektirir. Bilinir ki, öngörülen, gerçekleşmesi amaçlanan barış ve çözüm, bazen, hatta çoğu zaman tarafların gönlünden geçen bir nitelik taşımayabilir. Fakat taraflar savaşmaktan yorgun düşmüşse, istedikleri, hedefledikleri son...